loader image

Aziz Şenol Filiz’le Musiki Söyleşisi

Swissotel Grand Efes İzmir bahçesi, 02.10. 2025

Aziz Şenol Filiz, 1962 Tire /İzmir doğumlu. İ.T.Ü. Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’ndan mezun oldu. 2017 yılına kadar Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu’nda neyzen olarak görev yaptı. Ney ve Klasik Türk Müziğini yeni nesillere sevdirmek amacıyla eski ve bilinmeyen eserleri ortaya çıkarıp yeniden yorumlaması, bunları kayda almasıyla dikkati çeker. 1990 yılında Birol Yayla ile birlikte “Yansımalar” topluluğunu kurmuşlar, yurt içi ve yurt dışında birçok konserler vermişlerdir.

Mehmet Demirci (MD)- Türk musikisinin bugünkü durumu hakkında genel olarak neler söyleyebilirsiniz? Ardından bu müziğe karşı gençlerin ilgisi ne durumdadır?

Aziz Şenol Filiz (AŞF)- Dünya müzik kategorilerine baktığımızda bu coğrafyada oluşmuş olan ve binlerce yıllık süzgeçten, hatta imbikten geçercesine kendini tam anlamıyla tekâmül ettirmiş olan bir musikinin varisleriyiz? Yani klasik Türk musikisi aslında Anadolu’da uzun asırlardır var olan tecrübenin bize intikal etmiş şeklidir. Bu haliyle hazine değerindedir.

Bunu Şenol Bey mi söylüyor sadece, onu iddiası mı, yoksa genel kabul de böyle mi? Müzik çevreleri de böyle mi düşünür?

AŞF- Bu benim düşüncem. Bu musiki kendiliğinden bir anda ortaya çıkmış bir şey değil. Osmanlı döneminde de çıkmış bir şey değil. Osmanlı’nın öncesinde de Selçuklularda da çıkmış bir şey değil. Var olan birikimin bulunulan dönemde bir kültür unsuru olarak kendini hissettirmesidir. Klasik Türk musikisi hakkında bugünkü bilgilerimize göre, Abdülkadir Merâği döneminden itibaren yazılı kayıtlara ulaşıyoruz. Yazılı kayıtlarda 1400’lerden itibaren daha net bilgiye sahibiz. Daha geriye gittiğimizde Fârâbi’nin döneminde de makam müziğinin izleri var. Ama yazıya dökülmüş belgeler bin senelerinden sonra elimizde mevcut. Bu yapıda Merâği birinci basamak oluyor. Itrî yapının ikinci basamağı, Hamâmizâde İsmail Dede üçüncü basamağı oluşturur. Yani üç büyük alem (sembol) oluyor. Bu yapıda aslında klasik Türk musikisi dediğimiz ya da Osmanlı musikisi dediğimiz bu yapının geldiği en üst seviye Dede Efendi’nin (1778-1846) yaşadığı dönemdir. Ve bu dönemde elde olan yapıyı farklı süreçlerde bir iki yüzyıl daha korumuşuz. Fakat sonradan sadece eldeki eserleri doğru icrâ etmeye çalışan solistler, topluluklar, icrâcılarla bu var olan değer korunmuş, ama onun ötesinde, bugünün gençliğine -sizin sorunuza gelmek için bu kadar geriden aldım- bugünün gençliğine ne yazık ki doğru anlamda geleneği sunan yapılara sahip olamamışız. Bugün 80 milyon kişiden 300 bin kişi bu müzikle ilgileniyorsa bizim için büyük bahtiyarlık oluyor.

MD- Dünyada da böyle değil mi? Klasik diyebileceğimiz veya kaliteli, asil sanatla ilgilenenlerin sayısı az sanırım.

MUSİKİMİZE İLGİMİZ YETERSİZ

AŞF- Yine de sahiplendirme çizgisindeki gayretlerimiz yetersizdir. Siz bir şeyi sunarsınız, insanlar onu dinler, beğenir veya beğenmez. Ama siz bir şeyi sunmazsanız ondan haberdar olmazlar, habersiz kalırlar. Bizim en büyük kabahatimiz bu topraklarda böylesine büyük bir hazineyi gençlerle buluşturacak yayın organlarının doğru uygulanmasını ne yazık ki sağlayamaz durumdayız.

MD- Şenol Bey, hemen hemen bütün şehirlerde çeşitli seviyelerde musiki koroları var. Bu işle uğraşan epeyce insan mevcut. Buna rağmen sizin çizdiğiniz tablo neden olumsuz görünüyor? Meselâ musikimiz gençlerle buluşturma konusunda, epeyce faaliyet olduğu görülüyor. Bardağın yarısı boş yarısı dolu örneğinden bakacak olursak şahsen ben bazen iyimser bazen kötümser oluyorum.

AŞF- Ben özellikle biraz kötümser çizgideyim, çünkü bu yapının çok iyi bilinmesini arzu ediyorum. Yapılanlar yeterli gelmiyor bana. Yani bir kere devlet yetersiz davranıyor. Türkiye’nin her yerinde TRT var, dinlenebiliyor. TRT’de siz bugün Türk müziğini dair, gün içinde TRT Nağme dâhil olmak üzere ne kadar gerçek anlamda eski klasik müziği dinleyebilirsiniz? Meselâ ben Bekir Sıdkı Sezgin’in, Kani Karaca’nın, Meral Uğurlu’nun ya da Münip Utandı’nın haftada bir saatlik programlarını yeterli bulmuyorum. Yok sayılmıyor ama bu konuda yapabilecek çok şey varken yetersiz durumdayız. Arabada gidiyoruz, arabada giderken kanal aramaya çalışıyorum. Türkiye’deyiz bu kadar dijital program var. Siz bulabiliyor musunuz? Kendinize hitap edebilecek bir kanal?

MD- Genellikle TRT Nağme dinlerim.

AŞF- İşte bu kadar. Ama TRT Nağme de artık arabeskleşti ne yazık ki. Yani bunu görmek durumundayız.

MD- Ama burada şu var: TRT’de programların başında bulunanlar, Türkiye’de bu alanda isim yapmış kimselerden oluşmuyor mu? Acaba onların sanat seviyesi hakkında mı konuşmak lâzım?

GÜNCEL VE POPÜLER MERAKI

AŞF- Şunu söyleyelim, müzik programı görevlilerinin hepsi kendi alanlarında mutlaka iyi seviyededirler, ama güncele yaklaşmayı, popüler olanı vermeyi seviyorlar. Eskiden musiki sanatını icrâ eden insanların fazla tanınma, bilinme popülerleşme sevdaları yoktu. Öncelikle yaptıkları müziği kendilerinin bu konudaki memnuniyeti ve tatmini için yaparlardı. Dinleyen de onlardan istifade ederdi. Ama şu anda roller biraz değişti, zaten bundan dolayı problem doğdu. Bakın şunu düşünebiliyor musunuz? 1953 yılında Cevdet Çağla gibi bir bestekâr bestesini radyoya veriyor; bestenin kabulü için komisyon toplanıyor. Bu çizgiden geldiğimiz için kaybettiğimiz kaliteyi söylyorum. Halk müziğinde de keza farklı bir yol yok. Meselâ Nida Tüfekçi benim hocamdı Konservatuarda iken, halk müziği derslerinde. Yani icrâdaki en küçücük bir çarpma notasındaki aksamanın hesabını sorardı öğrenciye. Şu anda herkes istediğini istediği şekilde icrâ edebilme serbestliğine sahip oldu. Ve asıl demek istediğim şarkılar türküler yavaş yavaş oldukları hallerinden farklı bir yapıya doğru evrilmeye başladılar.

MD- Peki bu olumsuz gidişin sebepleri neler olabilir, moda, özenti denebilir mi?

AŞF- Bunun en büyük sebebi takipsizlik. Biz ustaları, olması gereken takipten çıktık. Çünkü musiki özellikle makam musikisi aktarım müziğidir. Doğru ağızları (fem-i muhsin) ne kadar dinlersek, biz de o oranda ilerleriz ve kendimizi geliştiririz. Yaptığımız müziği olması gereken doğru seviyeye yaklaştırırız. Ama bu uygulama kesilince ister istemez artık herkes kendi bilgisinin doğru olduğunu kabul ettiği bir icrâ tarzına dönüştü. Ve “fem-i muhsin” dediğimiz doğru ağız şu anda artık neredeyse parmakla gösterilir hale geldi.

ALPER ÖRNEĞİ

Bundan 5 yıl önce İtalya’dayız, eşim “Sana bir şey dinleteceğim, ben çok etkileniyorum ama senin fikrini merak ediyorum” diyerek bir arkadaşı dinletti bana. Hem udi hem de okuyor. Alper isminde bir arkadaş. Dinledim, yani genç de bir ses olarak duydum. Hani nasıl bu zamanda böyle birisi çıkmış diye inanılmaz derecede büyük bir mutluluk duydum. Sonradan çocuğun peşine düştüm İtalya’dan. Telefonunu buldum. Tanınmış, bilinmiş biri değil. Neticede o arkadaş Trabzon limanında gece bekçisi imiş. Ben bu arkadaşa dedim ki, Türkiye’ye geliyorum. Sana uçak biletini göndereceğim. Gel benim evimde bir hafta kalalım. Bakalım seni stüdyoya sokayım, çaldırıp söyleteyim dedim, davet ettim. Geldi, inanılmayacak derecede etkili çalıyor. Dedim ki, sen bir konservatuvara gitmemişsin. Herhangi bir konuda temel olarak görebileceğimiz bir eğitim sürecin yok. Sen bu seviyeye nasıl sahip oldun Alper? Dedi ki: Benim öğretmenlerim taş plaklardaki kayıtlar oldu. Ben aynı versiyonu on farklı ustadan on farklı şekilde plakları ezberleyerek bu noktaya geldim. Aslında biraz önce söylemek istediğimin cevabını ben Alper’de buldum. Öyle ki meselâ şu besteyi çalar mısın diyorum. “Kimin icrâsıyla çalayım hocam diyor. Hangi edayla istiyorsunuz? Hafız Kemal’in okuduğu gibi mi, başka tavırda mı?

Alper elinde olan kayıtları, tabii sonrasında radyonun eski dönem kayıtlarının en güzel bölümlerini de dinlemiş. Benim aslında demek istediğin işte bu; insanlara ne kadar çok güzel şey dinletirsek insanlar o oranda o güzel şeylere başta yabancılık hissetseler de zamanla alışırlar. Siz kendinizden de bilirsiniz meselâ herhangi bir pop müziği parçasını radyo bize bin kere dinletti mi, bin birincide biz de söylemeye başlarız. Sevmesek de ezberimize girer. Ben yapabileceğimiz şeylerin bu denli güçlü olduğu bir iletişim döneminde bunu yapmıyor oluşumuzdan dolayı üzülüyorum.

MD- Alper’e ne oldu daha sonra?

AŞF- Alper (Karaağaçlı) çok mücâdele etti. Geçen sene Elazığ Devlet Korosu’na sazende olarak kabul edildi. Çok mücâdele etti, benim sayemde değil, kendi gayretiyle başardı. Hakîkaten inşallah onun gibi çok sayıda hem sâzende hem hânende arkadaşlarımız yetişir. Çünkü hem ud çalıyor hem çok güzel keman çalıyor, ama aynı zamanda çok güzel okuyor. O dönemde çok etkilenmiştim. Onun için birinci soruyu bu kadar geniş anlattık. Çünkü toparlanması çok kolay değil. Kestirip atılacak da bir şey değil. Ben şu anda gençlerin bunu öğrenebilir olduğuna inanıyorum ama bunu doğru şekilde aktarmamız lâzım. Bunun sorumluluğu da bizim üstümüzde.

Ben Yunanistan’a gittiğimde şunu gördüm: Yunanistan’da çıkmış tüm taş plakları sabahtan akşama 24 saat çalan 6-7 tane radyo var! Halk danslarını sadece düğünde düğünün sonunda halay çekelim diye çekmiyorlar, sanki günlük hayatlarının içinde. Onlara imreneceğime onlar bize imrensin istiyorum.

MD- Ben gittiğim düğünlerde bazen Zeybek oynayacak kimse ve ortam bulamıyorum.

AŞF- Bak işte durum buraya geliyor. Söylemek istediğim bu. Dediğim gibi sahip olduğumuz değerlerin farkına varma yeteneğimiz kayboldu.

ŞENOL FİLİZ’İN ÇALIŞMALARI

MD- Bu problemi, bu sorumluluğu derinden hisseden bir kimse olarak, senelerden beri bu alanın içinde ve duayenlerden biri olmak sıfatıyla, bu ağır yükün gereğini yerine getirme yolunda neler yapabildiniz?

AŞF- Şöyle söyleyeyim; ben kendi müzik çalışmalarımda ve beraber olduğumuz topluluklarla da geleneğin doğru konulmasının mücâdelesini vererek çalarım. Eserlerin gerçek kimliği neyse onu ortaya koymaya gayret ederiz, herhangi bir şekilde elde olan verinin en doğru icrâsına öncelik veririz. Ben de Klasik Türk Sazları Beşlisi’nde birlikte olduğumuz Birol Yayla, Samim Karaca, Taner Sayacıoğlu ve Lütfiye Özer, aynı görüşte olup inanılmayacak derecede klasik müziğin enstrümantal versiyonlarını CD’lerde, konserlerde icrâ etmeye gayret ettik. Onun dışında Fikret Karakaya’nın düşüncesiyle oluşan Bezmârâ topluluğu ki dönemin sazlarıyla o döneme ait notaların icrâsının yapıldığı, meselâ şehrud, çenk ve miskalin de devrede olduğu dönem müziklerini icrâ ettik. Yani hani klasik batı müziğinde rönesans dönemi müziklerini o döneme dâir enstrümanlarla çalışıyorlarsa; viyolo da gambadan tutun da yapısal farklılığı olan viyolonsele kadar o dönemin sazlarıyla o dönemi canlandırmaya çalışıyorlar; biz de 1600 dönemi müziğini minyatürlerden yola çıkarak oluşturulmuş enstrümanlarla yeniden bugünün dinleyicisinin kulağına getirmeye gayret ettik. Ben bunu yapmaktan, iyi ki de yaptım, diye mutluluk duydum.

MD- Bu çalışma alâka gördü mü?

AŞF- Tabii tabii, halâ devam ediyor. Ben topluluktan kendi koşuşmalarım sebebiyle artık ayrıldım. Ama şu anda hâlâ daha devam ediyor. Belli bir takipçisi var. Bunların dışında pek çok ustanın albümlerini yayınlamaya gayret ettim. Aka Gündüz’ün, Niyazi Sayın’ın, Necdet Yaşar’ın, Neyzen Tevfik’in. Ve kayda geçmiş taş plaktan itibaren günümüze tüm usta eski neyzenlerin antolojilerini yayınlamaya gayret ettim. Çünkü bunları hep üzerimde bir vebal olarak hissettim ama bu vebali sevgiyle yapmaya yönelik bir borçluluk olarak duydum.

KARAGÖZ VE YUNANLILAR

Onun dışında taş plaklardan pek çok arşiv çalışması yaptım. Bunların bir tanesinin hoş bir hatırası var. Bir ara Yunanistan’a gittiğimde bir Yunanlı grupla Karagöz konusunda tartışmamız olmuştu. Bu konuda hangi tarafta öncü, hangi taraf tâkipçi, Karagöz sizin mi bizim mi? diye. Onun üzerine burada Cemal Ünlüyle beraber bir karagöz kitabı ve Karagöz musikisi kitabı ve Karagöz kayıtlarını taş plaklardan toplayarak yapmıştık. Bizde olan ilk kayıt Yunanistan’dakinden daha önceydi. O nedenle dedik ki bunun tartışmasını yapmayalım. Bakın biz getirdik, önünüze koyduk dedim.

MD- Yunanlılar Karagözü de mi sahipleniyorlar?

AŞF- Sahipleniyorlar. Dede Efendi’yi sahiplenecekler çok yakında. Orada şu anda Dede Efendi üzerine yapılmış bir sürü araştırma ve yazılmaya devam eden kitaplar var. Biz bıraktıkça kapan çıkacak yani onu. Bu sebeple ben ne kadar çok malzemeyi kayıt altına alırsam, bu önem taşır, onun devamı da gelir. Tamburi Cemil Bey’in antolojisini de yaptık. 150 ye yakın taş plağı aktardık ve onların külliyat halinde yayınlanmasına bir şekilde çaba sarf ettik. Çok şükür ki oldu yapıldı, ama dediğim gibi bunlar bireysel çalışmalar. Devlet desteğiyle yapılırsa çok daha güçlü hale gelir.

MD- Şimdi malzememiz bu, kumaşımız bu. Müzik dünyasındaki insanlarımızın yapısı bu durumda. Ama şimdi burada da gene bardağın dolu tarafından hareketle bu şartlar altında yapılabilecek şeyler olmalı diyorum.

ÖĞRENCİ YETİŞTİRİYOR

AŞF- Ben kendi adıma konuşayım. O gün Türk Kültür ve Sanat Derneği’nin ev sahipliği yaptığı konsere geldiniz. O konser için ben bir bedel almıyorum. Burada beni mutlu eden doğru bir repertuarı bildiğim kadarıyla insanlara ulaştırmaktır. Başka bir sebebi yok, işte siz de oradaydınız. Yapabildiğim ne varsa ben hep o düşünceyle yapıyorum. Meselâ “Ney Master Class” diye, ustalık sınıfı açıyorum, 50 kişiyi alıyorum, bilâ bedel (karşılıksız, ücretsiz) onlara bildiklerimi öğretiyorum. Bir hafta hizmet ediyorum.

MD- Onu soracaktım, şu anda öğrenci yetiştirme alanında neler yapıyorsunuz?

AŞF- Ben hoca olarak bir konservatuvarda bulunmadım, çünkü korodaydım. Devlet barosunda yaptığım görev buna imkân vermiyordu. Ama pek çok gencin, bizim müziğimizle ney ile yakınlaşmasına vesile olan bir ortamın oluşması konusunda çorbada tuzumuz oldu. Yansımalar’ın bunda etkisi açıktır. Onun dışında da öğretici olarak birebir ben genelde ustalık sınıfı olarak arkadaşlarla beraber olurum. Senede en az üç ya da dört grubu, yani 30 ila 50 kişi arasındaki bir grubu her sene alırım, konser verecek seviyeye gelirler, orada bırakırım,

MD- Bu çok güzel bir şey, halen devam ediyor mu?

AŞF- Tabi tabi devam ediyor. İtalya’da da ayrıca da öğrencilerim var. İtalya’da da bu sefer ney üzerine değil, makam üzerine çalışıyoruz. Meselâ İtalya’nın çok önemli caz müzisyenleri, klasik batı müziği müzisyenleri bizim evimize geliyor. Onlara Türk müziği makamlarını öğretiyorum. Makam üzerine bilgi veriyorum ve bu makamları çaldıkları konserlere beni davet ediyorlar. Bu benim için çok büyük mutluluk.

İTALYA’DAKİ ÇALIŞMALARI

MD- Şimdi esas konumuz değildi ama açıldığı için sorayım, İtalya’da ne kadar kalacaksınız bilmiyorum ama Türk müziğini bu kadar iyi bilen, bunun derdiyle dertlenen bir kimse olarak benim gönlüm ister ki burada insan yetiştirin diye düşünüyorum. Ama şunu da biliyorum, siz İtalya’da da gene kendi müziğimiz adına güzel şeyler yapıyorsunuz. Ama ben bunun mahiyetini tam anlayamadım, bunu benim içime sinecek şekilde açıklar mısınız lütfen.

AŞF- Şöyle, benim bir ayağım zaten burada, yani Türkiye’de, evim İzmir’de. İtalya ile buranın arası uzak değil. Kimi vakit trafik sıkışıklığında İzmir’in Karabağlar semtinden gelmekte zorlanırız. İtalya’dan buraya bazen daha hızlı geliyoruz, iki saatte geliyoruz. Yani benim orada bulunmam problem değil. Önemli olan burada bize ihtiyaç duyanın bizi bundan haberdar etmesi. Ama hiç kimse hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorsa, ben ihtiyaç duyurmak için çalışırsam ondan üzülüyorum. Şu anda benim oluşturduğum ney meşki yapıları var. Meselâ sizin konserin hemen ardından Gaziantep’e gittik. Orada konuştuk. Nisan ayında orada 10 günlük bir çalışma yapacağız. Belediyeyle konuştuk. Gaziantep’te bir ney meşki olacak. Ustalık sınıfı yapıyoruz. Çok güzel bir çalışma olacak.

Sorununuzun Avrupa’daki yapı hakkındaki bölümüne de cevap vereyim. Şimdi ben insanların âşinâ olmadıkları halde bizim müziğimizi öğrenmelerine çok yüksek saygı gösteriyorum. Çünkü bizim müziğimiz, yani makama dair müzikal yapıların oluşturduğu müzik, küçük ses aralıklarıyla oluşmuş, biz onlara komalar diyoruz. Şimdi bu komalarda onların alışık olmadıkları, doğduklarından beri duymadıkları aralıklar var. Öğrenerek ve öğrenirken daha çok sevip öğrenerek sesleri kendilerine yaklaştırmalarına ben çok büyük saygı duyuyorum. Çünkü bizim burada sıradan bir çocuk ninniyi okur, dandini dandini dastanayı okurken hicaz makamını zaten öğrenir, kulağındadır. Onları kulağında bu konuda hiçbir şey yok. Tampere aralıklar, yani piyanonun üstündeki tuşlar gibi aralıklar var ve o aralıkların içinde o küçük sesleri kulaklarının ayırt etmesi kolay değil. Ama hakîkaten bu konuda çok ciddi özen gösteren meraklı öğrencilerim var. Öğrenci dediysem yani 60 yaşında da var, 70 yaşında da var. Yani hepsi 18 yaşında, 20 yaşında değil, merakla geliyorlar ve o merakla o seslerimize yaklaştıklarında, o sesleri kendiliğinden çıkardıklarında yüzlerindeki mutluluğu görüyoruz.

MD- Bu talep ve merak sizi bu işe yöneltti. Buradan doğacak sonuç ne? Gerek kendi sanatımız adına, gerek evrensel anlamda, ne umuyorsunuz?

AŞF- Bir kere evrensellik adına söyleyeyim, aslında ikisi de aynı sonuca varır; bir değerin devamlılığını sağlayacak tohumlar atılıyor. Her ne olursa olsun, ben yaşadığım ülkede bir İtalyan’ın Türk müziğine dair bir nağmeyi makam olarak çalmasını duyarken büyük keyif alıyorum. Çünkü o ülkeyi fethetmiş gibi hissediyorum kendimi. Bir ülke sadece toprak zaptıyla fethedilmez. Bak Yunanlı dünyaya bizim Türk yoğurdunu Yunan yoğurdu diye sattı. Biz İtalya’da Yunan yoğurdu diye alıyoruz, yiyoruz. Fetih artık tek yönlü olmuyor. Ben de bir yönden bulunduğum ülkede kendime dair kültürün insanlar tarafından öğrenilmesinden mutluluk duyuyorum.

GENÇLERİN İLGİSİ

MD- Bilgi, sanat, kültürün hangi zeminde olursa olsun, neşvü nema bulması elbette çok önemli ve sevinilecek bir şey. Şimdi başa dönecek olursak, yeterince ilgi yok diyoruz ama gençlerden bazen de umulmadık şekilde iyi örneklerle karşılaşıyoruz. Kıyıda köşede küçük topluluklar, korolar var. Zannettiğimizden daha fazla halkımızın alâkası olduğu da bir gerçek.

AŞF- Elbette. Yaptığım pek çok konserde o kadar çok genç dinleyici oluyor ki sevindirici bir şey. Genç dinleyici için, kendi ayaklarıyla geleceği, bir tek ney ile icrâ edilen konseri dinlemek kolay bir şey değil. Yani siz ne kadar ince çalmaya, ince bir dikkatle üflemeye, nefes alır gibi, şiir okur gibi üflemeye gayret etseniz de karşıdaki dinleyicide o algıyı alacak altyapı yoksa ister istemez dinleyen yorulur. Buna baktığımda yaptığım konserlerde gelen genç sayısının çokluğu beni de çok mutlu ediyor.

MD- Şimdi meselâ son konseri çok mütevazi, hiçbir maddi imkânı olmayan bir dernek düzenledi. Dernek mensubu olarak 15-20 kişi ancak vardı. Öteki dinleyiciler dışarıdan katıldı. Dernek başkanına sordum, salona önce 50 sandalye konmuş. İhtiyaç olursa hemen yenileri gelebiliyor. Konser başlamadan sayı yüzü geçti, sıkışıklık bile doğdu. Mevsimin ilk etkinliği, bu ilgi beni çok şaşırttı ve sevindirdi. Demek ki sizin epeyce dinleyiciniz varmış diye düşündüm. Dinleyici baştan sona büyük alâkayla takip etti.

AŞF- Şimdi ben olanın, bu mevcut potansiyelin bir şekilde daha da artmasının gayretinde olmamız gerektiğini söylüyorum. Yoksa her yapının kendine göre bir talibi var zaten. Herhangi bir rock konserine yüz bin kişi katılır, Türkiye’den bahsediyorum, yüz bin kişi gidiyor. Bir rock konserine yüz bin kişi gelirken biz bu tarafta yüz kişiye razı oluyoruz. Yani biz de hiç olmazsa bin kişiye çıkalım, anlatabiliyor muyum? Benim derdim bu. Dinleyici kitlesini arttırmak bizim elimizde.

MANSUR NEY’İN ÖYKÜSÜ

MD- Konserde üflediğiniz ney’iniz Mansur değil mi?

AŞF- Evet Mansur ney üflüyorum. (Heyecanlanarak devam etti): Üflediğim ney hakîkaten benim hayattaki hem maddi hem mânevî olarak en büyük değerlerimden biridir. Yaşı 270 senenin üzerinde. Kütahya Mevlevîhanesi şeyhi Hasan Baba vardı. Galiba 1650 yıllarında yaşamış olmalı. Bu ney, bu Mevlevîhanenin Neyzenbaşı Melik Efendi’den kalma. Elimdeki ney şeceresi olan bir enstrüman.

MD- Gerçekten çok değerli ve tarihî bir sazmış. Çok iyi bakıyor olmalısınız.

AŞF- Yani sadece iyi bakmıyorum, bu Mansur ney benim canım gibi. (Gülerek) Kendime nasıl bakıyorsam ona da öyle bakıyorum, öyle diyeyim.

MD- Ney nihayet kamıştan yapılıyor, belli bir ömrü var. Fakat sizin ona olan mânevî alâkanız bu neyin ömrüne ömür katar sanırım.

AŞF- Şöyle düşünüyorum, bu ney 30-35 yıldır benim elimde. Herhalde bu 30-35 senede, daha önceki üflenmişliklerinin üç misli üflemişimdir, öyle diyeyim. Severek üfledim. Elimde birçok ney var. Ama ben bir tek bunu üflüyorum.

KONSERVATUVARLAR

MD- Türk Müziği Konservatuvarlarına nasıl bakıyorsunuz?

AŞF- Ben oradan mezun oldum. İstanbul Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’ndan mezunum. Bu yapıya çok şey borçluyum. Biz ilk mezunuz.

MD- Şunun için sordum; konservatuvar sayısı gittikçe artıyor, kimileri bunu iyi bulurken kimi de kalite düşüyor, diyorlar.

AŞF- Sayının çoğalması konusu her alanda benzer sorunlara yol açar. Devlet korolarını çoğalttığımızda da aynı sorunları yaşadık. Yani neticede insanlara yaklaşması açısından pozitif yönleri olmuştur ama eldeki olan öğretici çizgisindeki yetersizlik sebebiyle birazcık kalitenin düşmesi açısından da zararları olmuştur diyebiliriz.

MD- Aynı şey üniversitelerin çoğalması konusunda da geçerli. Evet kantite arttıkça kalite düşer. Fakat umulmadık bir yerde, kıyıda köşede kalmış bir kurumda, bir üniversitede, bir konservatuarda başarılı ve güzel örnekler de çıkıyor.

AŞF- Tabii ki… Zaten o bir tanesi çıktı mı aslında o kurum görevini yerine getirmiş olur.

TÜRK MÜZİĞİNİN GÜCÜ

MD- Ben müziği sadece dinleyicisiyim, fazla teorik ve pratik bilgim yok. Şu görüş doğru mu? Türk müziği statik, sınırları belli, hamleye, gelişmeyen açık olmayan bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla devrini doldurmuştur, çağımıza hitap etmez.

AŞF- Çok yanlış bir iddia. Bir kere Türk müziği makamsal açıdan, biraz önce söylediğim üzere, 1800 yıllarında gelebileceği en büyük seviyeyi zamanın ustalarıyla yaşamış ve kadimliğin bir şekilde sırrını yakalamış bir müzik. Yani hiçbir zaman çok seslilikle yarışanların düşüncesi gibi bir şeyin içine girmem. Çünkü kendi başına zaten inanılmayacak derecede zengin tınıları içinde barındıran bir yapı. O nedenle bir şeylerle kıyaslarken bu çizgiden bakarak gitmek gerek. Sadece şu var, müzik ne kadar temiz icrâ edilirse etki gücü o kadar yüksek olur, başka bir şeye de ihtiyaç kalmaz diye buna cevap veririm.

MD- Duyguları terennüm bakımından dünya müzikleriyle kıyasladığımızda Türk müziğinin yeri nedir?

AŞF- Çok güçlü, Türk müziği çok güçlü. Şimdi caz dünyada yaygın müzik türlerinden bir tanesi. Ben, Türk müziği icrâcısı olarak İtalya’da caz topluluklarıyla çalıyorum. Türkiye’de de Önder Focan ile birlikte yaptığımız bir albüm çıktı. İtalya’da da Jazz Anatolia diye bir topluluğumuz var. İtalyan caz müzisyenleriyle beraber çalıyorum. O kadar yaygın olan bu müziğin içinde, oradaki arkadaşlarla Türk müziğini ona dahil ettiğimizde yapının ne kadar daha büyük bir etki gücüne sahip olduğunu yaşıyoruz. Sizin söylediğiniz noktada, hani tat arttırıcılar var ya, bizimki öyle bir noktaya taşıyor. O nedenle ben temiz icrâ ile bu müziğin pek çok yapıyla birleşiminin mümkün olduğunu ve girdiği her yapıda da mutlak surette seviyeyi daha üste çıkardığını, hem yaşadıklarımdan hem de bilgimle söyleyebilirim.

MÜZİĞİMİZDE EROZYON

MD- Müzik tarihimize bakacak olursak II. Mahmut’tan itibaren batılılaşma cereyanlarının müziğimizi de etkisi altın almasıyla “bu işin tadı kaçtı” diye müziğimizdeki bozulmadan şikâyetler olmuş. Ondan sonraki dönemlerde nasıl bir gelişme oldu?

AŞF- Ne yazık ki erozyon devam etti. Bugünkü farklı ağızlardaki icrâlar ortaya çıktı. Ama benim her zaman kendi adıma yapmaya gayret ettiğim ve öğrencilerimle paylaştığım şey, sahip olduğumuz en üst seviyedeki yapı elimizde iken bunun biz de koruyucusu olalım çabasıdır. Çünkü bizler onun üzerine bir şey koymayı yapabilecek malzemeye sahip değiliz. Yani Karahisarî besmeleyi hatla çektiğinde onun içinde yaşıyordu. Onun için o seviyeyi oraya kadar yükseltti. Sâmi Efendi keza öyle. Biz şu anda dairenin “mış gibi” bölümünde yaşıyoruz. Ama en azından sahip olduğumuz verinin bizden sonraya aktarımını doğru yapabilecek bir alan açıp o çabayı göstermemiz gerekiyor. Yani gerekirse çok iyi bir müze memuru olmaya çalışacağız.

MERAĞİ VE SONRASI

MD- Demin Merâği’nin adı geçti, onun birkaç parçası var, dinleyince insanı adeta kanatlandırıyor. Hem ağırbaşlı hem hareketli, içinizi kıpırdatır. Gazi Girayda da benzer duygulara kapılırım. O çizgi neden devam etmemiş?

AŞF- Merâği zamanında müzik çok akışkan ama biraz daha köşeli, köşeleri var. Itrî’de işin içine biraz daha duygusallık girmiş ve de artık hepsini hallihamur etmiş, hepsini bünyesinde toplamış. Yani adam köçekçeden Mevlevî ayinine kadar ne varsa eteğinde hepsini dökmüş bize. Ondan sonra gelen Zekâi Dede de inanılmaz üstün. Ama ekol olarak artık Dede’nin ekolü. Yani müzik bir şekilde geliyordu. Sadettin Kaynak’tan sonra bozuldu derler. Aslında Sadettin Kaynak da inanılmayacak derecede önemli bir müzik insanı. Kaynak hakîkaten yapısal olarak ortaya koyduğu çalışmalardaki duygusallığı ile çok önemli bir müzik insanı. Fakat o güne kadarki yapı taşlarında birazcık oynama yaptı. Aslına bakarsanız hiç de yadırganacak bir şey değil bu. Hepimiz bir şekilde araştırıyoruz. Yani diyorum ya bizim Yansımalar da öyle. O zaman onu taslayanlar bizi bıçaklamaları lâzımdı.

Başka bir örnek: Bazıları Neyzen Tevfik’in üfleyişini beğenmezler, o başka sebeplerle şöhret oldu derler. N. Tevfik’in yaptığı kayıtlar var elimde onun taş plaklarından albüm yaptım. Adamın üflediği bir ferahnâk taksimi bir bestenigâr taksimi taksîmi var ki, yaşadığı zamanda öyle üfleyebilecek neyzen yok. O gün çok değerli buldukları Emin Dede’nin bir 30 saniyelik kaydı var, ama bakıldığında Neyzen Tevfik’in üflediği ney gücüyle ölçülebilecek bir ney gücü değil. Ama sürekli olarak tarihte Emin Dede Neyzen Tevfik’in önünde. Neyzen Tevfik tu kaka.

YANSIMALAR

MD- Yansımalar epey ilgi uyandırmıştı, siz Yansımalar’da ne yapmak istediniz?

AŞF- Hiçbir şey yapmak istemedik. Yansımalar’da sadece kendi duygularımızı dile getirdik. Aslında Birol çok önemli bir tambûrîdir. Fakat yaptığı bestelerle armonik bir renk olduğu için gitarla onları çalmak istedi. Biz beraber aslında Birol’un yaptığı bestelerde, Türk müziği duygusu işlenmiş ama yapısal olarak biraz daha farklı enstrüman duygusuyla icrâ edilmesi halini kendimiz için duymak istedik. Ve bunu dinlerken biz kendimiz ne kadar güzel bir duygu verdi bize diye çalışmalara başladık, çalıştık çalıştık kendimiz için çalıştık. Yani birilerine yapmadık onu. Sonra bir gün biz böyle çalarken Fransız kültür Merkezi’nin müdürü tesadüfen bunu duymuş; “yahu bunun hiç olmazsa bir konserini yapalım” bizde dedi, 1988-89 olmalı. Olur dedik. Yani o zaman konseri yaptığımızda insanların öylesine büyük bir ilgisi oluştu ki biz de şaşırdık. Yani biz bunu birilerine yapmadık, birileri için yapmadık bir şeyi icat edelim diye yapmadık. Sadece o duygularla Şenol’un ve Birol’un müziği birlikte yaşadığı bir şey olarak yaptık. Kendiliğinden çıkan bir müzik Yansımalar, dünya müziğine çok açık olmamız, dünya müziğini çok dinlememiz ve geleneksel yapımızın bu nâdîde yapısını o tınılarla bir araya kendiliğinden getirmemizin neticesidir. Kendiliğinde çıktı. Herhangi bir şeyi denemedik Yansımalar’da.

MD- Ben Yansımalar’ı dinlerken bunlar doğaçlama mı acaba diye düşünüyorum.

AŞF- Yansımaların hepsi yazılıdır, hepsi notalıdır.

MD- Yansımalar’ın alâka görmesini neye bağlıyorsunuz?

AŞF- Biz Yansımalar’ı icrâ ederken bu müzikle tanınalım, alâka çekelim düşüncesiyle hareket etmedik. Ama kendiliğinden ilgi doğdu. Acaba bunun sebebi nedir diye kendimize sorduk. Bazıları doğu ile batının birleşmesi gibi algıladı. Öyle diyebilir miyiz? Diyemeyiz çünkü öyle bir niyet yok. Ama biz dünyanın içinde bu müzikle var oluyoruz dedik. Bizim söylemimiz oydu. Temelinde Türk müziği var. Yani çıkış noktası ana temeli olarak, kurgu olarak makamsal. Bestelerin çoğu Birol’a aittir, benim bestem çok az.

Birol’un hakîkaten dünya müziklerine bakış açısı çok geniş olduğu için pek çok noktada besteleri oluştururken pek çok etkileşimi de yaşayarak o besteleri oluşturmuştur. Notalar var dedik ama meselâ ben, Yansımalar’ın notalarına sadece bir kerelik bakarım, ondan sonra hiç bakmadım. Ben Yansımaların kuruluşundan beri hiçbir zaman notaya bakarak çalmadım. Çünkü o sesleri içimde her seferinde aynı eseri başkalaştırıp çalıyorum.

MD- Peki taklitleri çıkmadı mı, başka bu tarzı deneyenler olmadı mı?

AŞF- Çıktı, çok çıktı hâlâ var. Hâlâ bir sürü neyle gitar, piyanoyla ney, gruplar pek çok yapı çıktı ki çıkmalı zaten. Tabii çok iyi örnekleri de olabilir, kötü örnekleri de olabilir. Önemli olan bir şekilde devamlılığın sağlanmasıdır.

TASAVVUF NEŞVESİ

MD- Konuyu biraz değiştireceğim. Muhterem babanızdan tevarüs ettiğinizi varsaydığım Tasavvuf neşvesinin müziğinize ve sanatınıza etkisi söz konusu mu?

AŞF- Çok büyük ölçüde etkisi var. Çünkü sözünü ettiğiniz yapı insandaki en önemli öge olan ruhaniyet yönüne hitap eder. Hiçbir zaman bu yapıyı reddedemeyiz. İçsel duyguların terennümü olan musikide bu yapı kendini hep var eder. Tek ney ile beş adet Mevlevî ayinini çaldığım bir albümüm var. Beyâtî âyini, Acemaş’ıran âyini ve Pencgâh âyin bunlardandır. Babamın ilâhî besteleri vardı, ben onları yayımladım.

MD- Tire’deki Kent Müzesi pek güzel olmuş. Babanız saatçi dükkânında balmumu heykeliyle sanki canlı gibi duruyor.

AŞF- Evet müze çok iyi oldu. O zamanki Müze müdürü olan arkadaş dedi ki “böyle bir şey düşünüyoruz, ne yaparız, sizde bir şey var mı?” Dedim ki “Saatçi dükkânının hepsi var elimde, bütün malzemeleri saklıyorum.” Beraber koyduk oraya en azından bizim için de büyük bir anı. Çünkü ben evde tutuyordum o dükkânı, evin bir kenarında duruyordu. Müzeye konunca en azından sevdiklerinin, meraklılarının göz önünde doğmuş oldu.

MD- Şenol Bey vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.