loader image

Bir Göçmen Kızı-Türkân Erkmen

Gülnar Mızrak
Sâmiha Ayverdi’nin “Alnında Tebâreke yazıyor” buyurduğu müstesna insan Türkân Erkmen… Kimimizin Türkân Ablası kimimizin Türkân Teyzesi kimimizin hâldaşı Türkân… Kendisini Ekim 2023’te ebedî âleme uğurladık. 97 yaşındaydı; Allah’a, Efendisine kavuşmak için hasretle geçirdiği onlarca sene… Ve hiçbir gün yoktu ki dilinde onlar olmasın…

Sanırım onu ilk kez 5-6 yaşlarımdayken gördüm ama o zamanları hiç hatırlayamıyorum. Zihnimde son 10 yıla yayılan hayal meyal görüntüler var. Ya bir programa ya bir dost meclisine ya da evinde bir ziyarete ait hâtıralar… O zamanlar çok yakın değiliz. Daha doğrusu ben henüz küçük bir çocuğum. Onun bizim için çok değerli olduğunun farkındayım ama her şeyi tam anlamıyla idrak edemiyorum. Derken yıllar geçti… 2019’da evde yalnız olduğum bir bayramdı. Ziyaretine gittiğim zaman tek başına kaldığını öğrendim ve ona refakat etmeyi teklif ettim. İşte böyle başladı bizim ülfetimiz… Hâliyle hatıralarım sadece 3-4 yıllık ama benim için her biri dolu dolu… İçimde hiç keşke yok…

Şimdi benden onu anlatmam isteniyor. Yazılarında hep şeffaf olan ben, gönlümün dizginlerini çok bırakmadan bu yazının sonunu getirebilecek miydim? Yer yer uğradığım mazi sayfalarından alacağımı alıp bugüne dönebilecek miydim? Çok uzatmadan himmetlerini niyaz ederek bir göçmen kızının hikâyesine başlıyorum…

AİLESİ
Türkân Teyzeciğim, 24 Mart 1926’da İzmit’te dünyaya gelir. Ramazan’da bir seher vaktidir. Babası Davut Hamdi Bayar Rumelili, Usturumca’dandır. Annesi Zehra Bayar ise Anadolulu, Eğin’dendir. Bu sebeple “Ben bir garip göçmen kızıyım” diye tanımlar kendini. Annesinin doğum sancıları başlar fakat belediyenin ebesi “Benim işim var.” deyip gelemez. Ne yapacaklarını şaşırırlar. Komşuda bir tanıdık varmış, ona giderler. O da “Ben doğurturum. Doktor yanında çok bulundum, hiç korkmayın.” der, hatta para bile almaz. Annesi Zehra Hanım “Her şeyin bedava oldu be kızım. Bizi hiç sıkmadın.” dermiş.

Peki ayrı memleketlerden olan bu iki insan nasıl tanışmış? Geçimini hayvan satarak sağlayan Davut Bey’in İzmit’te büyük bir ahırı vardır. Hayvan satmak için İstanbul’a gidip gelmektedir. Derken Zehra Hanım’ı görüp beğenir, ardından tanışırlar ve I. Dünya Savaşı’nın sıkıntılarının olduğu bir dönemde sade bir törenle evlenirler. Türkân Teyze bunu şöyle ifade eder: “Diyeceksiniz ki Rumeli nere, Anadolu nere? Kısmet olunca uzaklar yakın oluyor işte. Allah nereden nereye nasip ediyor evliliği…”

Davut Bey ile Zehra Hanım evlendikten bir sene sonra Üsküdar’da ilk çocukları Ulviye Hanım doğar. Üç sene sonra İzmit’te Türkân Teyze, ondan dört sene sonra da yine İzmit’te Turhan Bey dünyaya gelir. Babaannesi, dedesi, hep birlikte yaşarlar. Çocuklar annelerinden Anadolu, babam tarafından da Rumeli kültürünü öğrenerek büyür. Babaannesi memleketini, göçmen olup Usturumca’dan İzmit’e geldikleri yılları çok anlatırmış torunlarına.

RÜYADA HZ. PEYGAMBER’İ GÖRMEK
Annesi Zehra Hanım dört kardeştir. İki ağabeyi vardır. Zehra Hanım ve kız kardeşi Saadet Hanım çok aşklı insanlardır. Bir gün kardeşi rüyasında Hz. Peygamber’i görebilmek için 500 salavat-ı şerif çeker. Fakat o gece Hz. Peygamber’i rüyasında gören Zehra Hanım olur. Resûlullah ona “Seccade ser, namaz kılacağım Zehra” buyururlar. Ertesi sabah Zehra Hanım rüyasını babasına heyecanla anlatır. Bunu duyan kardeşi “Gördün mü baba? Ben dua ettim, Zehra gördü.” diye üzülür. Babası ise şöyle der: “Kızım sen âşıksın, görseydin dayanamazdın ama bu rüya Zehra’nın gönlüne aşk düşürdü.”

Türkân Teyze, çocukluklarından beri onlardaki Allah aşkını mayalayan annesini şöyle anlatır: “Dinî vecibelerini yerine getirmede titiz bir hanımdı. Çok kitap okurdu. Bilhassa Niyâzî-i Mısrî, Yûnus Emre, Seyit Seyfullah, Leyla ile Mecnun… Leyla ile Mecnun’u hemen hemen ezbere bilirdi. Sesi pek yoktu ama Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin şiirlerini öyle içten ve manalı okurdu ki… Hele onun Ümmî Sinan Hazretleri ile buluşmasında okuduğu şiir hâlâ kulaklarımda:

Aşkın meyine ben kana geldim / Şevkın oduna hoş yana geldim / Şem-i tevhîd’i gördüm yakılmış / Gitti karârım pervâne geldim

Annemin tasavvuf anlayışı biz çocukların din hakkındaki düşüncelerinin temel taşlarını oluşturmuştur. Biz İslâm’ı bu pencereden görüyorduk.”

Üç kardeş küçükken sobalı bir odada yatarlar. Anneleri Zehra Hanım sabahları yanlarına gelip sobayı uyandırır. Elinde de muhakkak Niyâzî-i Mısrî Divanı olur ve çocuklarına her gün oradan okur. Bir gün “Nereden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.” dizesini okuyunca 4-5 yaşlarındaki Turhan Bey ağlamaya başlar. Niye ağladığı sorulunca “Ya ben de hayvan gelip hayvan gidersem diye ağlıyorum.” der. Turhan Bey de çok aşklı bir insandır. İleriki yaşlarında bile güzel şeyler okunduğunda hep ağlarmış. Türkân Teyze bununla ilgili olarak “Allah o hissi, o muhabbeti içimize verdi.” der.

İSTANBUL KIZ LİSESİ
Aradan seneler geçer. Türkân Teyze ortaokulu bitirir fakat İzmit’te lise yoktur. Bunun üzerine İstanbul Kız Lisesi’ne gider. İstanbul’da annesinin teyzekızı Şefika Hanımların yanında kalır. Babası Davut Bey her ay onlara bir şeyler gönderir. Çocuklarının eğitimine çok önem veren babası “Okumakta para var, istikbal var.” dermiş. Bu yüzden maddi durumu kısıtlı olmasına rağmen üç çocuğunu da okutur. Annesi Zehra Hanım da terzilik yaparak eşine destek olur. Ve ablası Ulviye Hanım ilkokul öğretmeni, kardeşi Turhan Bey doktor psikiyatr olur.

Türkân Teyze, liseyi bitirdikten sonra ailesinin imkânları yetmediği için üniversiteye gidemez. Kız Muallim Mektebi’ni bitiren ablası Ulviye Hanım ile İzmit’e döner. Bir süre sonra orada Ulugazi İlkokul’undaki hocalardan biri hastalanınca Türkân Teyze’ye vekil öğretmenlik teklif edilir. Bunun üzerine bir sene o okulda hocalık yapar.

MÜEDDEP BEY
40’lı yıllarda Vehbi Koç, Türkiye’de bir ampul fabrikası kurulması için Amerika’daki General Electric fabrikasının yetkilileriyle anlaşır. Türk mühendis Cemal Uluant’ı da beraber çalışmaya ikna eder. Cemal Bey, Türkiye’ye gelip fabrikayı kurar ve vefatına kadar da buranın işletme müdürlüğünü yapar. Kendisi Sâmiha Ayverdi’nin damadıdır. Fabrika açılacağı zaman Sâmiha Ayverdi, Davut Bey ile görüşüp böyle bir fabrika açılacağını söyler ve Türkân Teyze’nin orada iş bulabileceği müjdesini verir. Böylece Türkân Teyze İstanbul’a gelip orada çalışmaya başlar. İstanbul’da önce Sabriye Çökmez Hanım’ın yanında misafir olur, sonra Fevzipaşa Caddesi’ndeki 173 numaralı eski evde kardeşiyle birlikte kalır. İki odalı, üst katta Derviş Nine (Meriçli), yine iki odalı alt katta ise tıp tahsili yapan kardeşi Turhan Bey oturmaktadır. 1950’den sonra Derviş Nine’nin üst kattaki bir odasında Nezihe Araz kalmaya başlar. Kitap çalışmaları artınca iki odaya da ihtiyaç olur. Bunun üzerine Derviş Nine, Türkân Teyze ve Turhan Bey aşağı katta birlikte kalırlar. Türkân Teyze evlenene kadar orada ikamet eder.

Evlilik hikâyesine gelirsek… Türkân Teyze, 34 yaşlarındadır. Bir gün Nezihe Araz’ın gazeteden arkadaşı olan basın fotoğrafçısı Müeddeb Erkmen Bey, onu görüp beğenir ve talip olur. Türkân Teyze o zamanlar evliliğe pek sıcak bakmıyordur ama Sâmiha Ayverdi “Bir görelim” der. Görüşmenin ardından “İyi bir insana benziyor. Gamzeleri de var. Yapılan araştırmalara göre gamzeleri olan insanlarla ilgili bir katil vakasına hiç rastlanmamış” buyurur. 12 Ekim 1960’ta Müeddeb Bey ile Türkân Teyze evlenirler. Müeddeb Bey bunu “İmtihandan geçtik, hanım ondan sonra bizi aldı.” diyerek anlatır. Bu evlilikten bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Adı Ahmet’tir. Diş doktoru olur.

EMANET
Türkân Teyze’nin hayatındaki en önemli iki şahsiyet Hz. Kenan Rifâî ve Sâmiha Ayverdi’dir. Sâmiha Ayverdi’yi kendisinden önce annesi Zehra Hanım ve arkadaşı Şükriye Tüzer Hanım tanır. Her iki ailenin müşterek ahbabı olan Sabîha Hanım bir gün dayısının evine gelir ve ondan bir kitap ister. Dayısı da Batmayan Gün’ü verir. Bu roman Sabîha Hanım’dan Zehra Hanım ile Şükriye Hanım’a geçer. İkisi de romanı çok beğenir ve yazarıyla tanışmak ister. Bunun için Babıali’deki Gayret Kitabevi’ne giderek Garbis Fikri Bey’den Ayverdi’nin adresini alırlar. Ardından da gidip kapısını çalarlar, kendisiyle tanışma şansına erişirler. Bundan sonra evde Ayverdi’nin ismi daha sık geçmeye başlar. Türkân Teyze o zaman lise son sınıftadır. Annesi “Sen roman okumayı seviyorsun, bu çok güzel bir kitap.” diyerek kızına Batmayan Gün’ü verir. Türkân Teyze de Ayverdi’nin kitaplarını okumaya başlar.

Daha sonra Büyük Doğu mecmuasında Sâmiha Ayverdi’nin 28 Haziran 1946’da yayımlanan “Emanet” isimli nesir yazısını okur, derken içine bir ateş düşer ve kendisine “Büyük dostum, bu emaneti gelip sizden istesem bana çekinmeden verebilir misiniz?” diye bir mektup kaleme alır. 24 Ağustos 1946 tarihli cevapta ise şöyle yazmaktadır: “…İnşallah geldiğinde talibi olduğun emanet sana yüz gösterir…” Kısa bir süre sonra Fevzipaşa Caddesi’ndeki 175 No’lu evin kapısını çalar ve kendisiyle tanışır. Bu vesileyle ona kendisini heyecanlandıran iki ayrı rüyasını nakletme imkânı bulur. İzmit’e döndükten sonra Ayverdi’ye mektuplar yazar ve her mektubuna da cevap alır.

DOST’UN HUZÛRUNDA
Aynı senenin bir sonbahar gününde ise büyük vuslat gerçekleşir. Türkân Teyze, Kenan Rifâî ile tanışmasını ise şöyle anlatır: “Tekrar 175 No’lu evin kapısını heyecanla çaldım ve kendimi kütüphanede buldum. Sâmiha Annem biraz sonra teşrif ettiler, beni muhabbetle kucakladılar. Hocaları hakkında bana bazı sözler söylediler fakat heyecandan hiçbir şey duyamıyordum. Hocasıyla beni tanıştıracağını söylediler. Nihayet o yeniden doğduğum an geldi. Yukarıdaki salonda koltukta büyük bir zat oturuyordu ve o zattan etrafına bütün salonu kaplayan bir ışık dolmuştu. Bu hâl karşısında ne yapacağımı şaşırdım; ağlayarak mübarek ellerini öptüm. Bir başka âlemdeydim, o lâhûtî ses ‘Bilmek istediğin nedir?’ buyurdular. Ben de ‘Kendimi bilmek istiyorum Efendim.’ dedim. Bunun üzerine ‘Çok büyük bir şey istiyorsun.’ diyerek Sâmiha Anneme hitaben ‘Hücceti var mı?’ diye sorarlar. O da ‘Var Efendim.’ der ve gördüğüm rüyaları anlatır. Hüccetim, akşam gördüğüm o güzel rüyaydı. Evet, ıssız çölün ortasında duyduğum ses aynı sesti ve bana ‘Asâyı at, aynayı ara.’ diyordu. Ben de ‘Çöl ortasında ayna ne ola ki? Bu olsa olsa benim gönül aynamdır…’ diyordum. Ve yakıcı kumların üstünde sonsuza doğru koşuyordum. İşte 1925’ten beri kapalı duran kapılar bu fakire açılmış oluyordu.” Bu mananın onu Kenan Rifâî’ye ulaştırdığını ifade eder.

Türkân Teyze’ye kendisine tesir eden kitaplar sorulduğunda ilk olarak “bizleri aydınlatan, kâinatı kaplayan, Allah kelâmı, tek kitap” olarak ifade ettiği Kur’ân-ı Kerîm’i söyler. Ardından Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin İlâhiyât-ı Ken’an ve Sohbetler’ini, Sâmiha Ayverdi’nin Batmayan Gün, Aşk Bu İmiş ve Hancı isimli eserlerini, Nezihe Araz’ın Dertlidolap ve Hazreti Muhammed kitaplarını, Safiye Erol’un Çölde Biten Rahmet Ağacı’nı ve son olarak da Somerset Maugham’un Şeytanın Kurbanları isimli kitabını sayar.

İKİ DEFTER
İki tane defteri vardır. Onları 7 Şubat 2018 Perşembe günü Semahat Yüksel’e emanet eder. 4 Kasım 2024’te de Semahat Yüksel tarafından bana intikal eden bu defterlerden biri A5’ten biraz küçük bir ebatta, lacivert sert kapaklı, sarı sayfalı ve çizgili bir defter. Girişinde Mevlânâ’dan birkaç mısra var. Ardından Nezihe Araz’ın 17 Temmuz 1947’de Türkân Teyze’ye yazdığı bir yazı var. Allah aşkından ve Türkân Teyze’ye duyduğu muhabbetten bahsediyor. Sonra Sâmiha Ayverdi’ye ait tarihsiz bir yazı var. Ayverdi, Türkân Teyze’ye ve Nezihe Hanım’a hitap ederek onları takdir ettiği kısa bir yazı kaleme almış. Son olarak da 27 Mayıs 1948’de Meşkûre Sargut’un “Güzel Hâldaşım” diyerek başladığı satırlar yer almakta. Defterin diğer sayfaları boş. İçinde bir de katlanmış bir kâğıt var. İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı’nın 2005 yılındaki tanıtım toplantısına sağlığı müsaade etmediği için katılamaz. Bunun üzerine Türkân Teyze ona bir not yazıp gönderir. Bu kâğıtta Ayverdi’nin o nota verdiği cevap vardır.

Diğer defter ise yaklaşık A5 ebatlarında koyu bordo, sarı sayfalı, çizgisiz bir defter. 12 Ocak 1949’da kaleme aldığı “İyi ve fena her şey Allah’tan olduğu için her şeyi güzel görmeliyiz.” sözüyle başlıyor. Devamında ise sohbetlerden kısa notlar, bazı dörtlükler ve kendisine ait birkaç şiiri yer almaktadır.

SAHİPLİ
Türkân Teyzeciğimin hayat hikâyesi şahit olduğumuz, dinlediğimiz, okuduğumuz kadarıyla böyle… Bu satırları yazarken Hüsna Güder’in 07.06.2014’te kendisiyle yaptığı röportajdan, Semahat Yüksel’in notlarından ve kendi kayıtlarımdan istifade ettim. İkisine de teşekkürü bir borç bilirim. Son olarak ona dair aklımda kalan bazı hususları paylaşıp yazımı nihayete erdireceğim…
Türkân Teyzeciğimin hem dilinde hem gönlünde daima Allah, “Sahibim” olarak ifade ettiği Hz. Kenan Rifâî ve Sâmiha Ayverdi vardı. Ne yaşasa Hakk’a sığınır, Efendisine havale ederdi. Zaman zaman kendi hayatından misal verirdi. “Biz muhacir çıktık. Allah ev verdi, her şeyi verdi. Hepsi toplama eşya. Sahip bırakmıyor, en sıkıntılı anlarda yetişiyor, bir yerden bir şey zuhur ediyor. İş ona dayanmakta, her şeyi ondan bilmekte…” diye anlatırdı.

Ağzından olumsuz bir şey hiç çıkmazdı. Her şeyi hayra yorardı. Her zaman müsamahakâr, güler yüzlü, espriliydi. Yaşı 90’larına gelmiş olsa bile boş durmazdı. Kâh kitap okurdu kâh bulmaca çözerdi. Havlu aldırıp kenarlarını süsler ve onlardan mutfak önlüğü yapardı. Sonra da gelen misafirlerini boş göndermez, birer tane hediye ederdi. Kimseye yük olmak istemezdi, kendi işini kendi görmek isterdi. Ona refakat ettiğim zamanlarda bazen odadan bir gelirdim ki yürüteciyle kalkıp mutfağa gitmiş, yemekleri ısıtacak ve sofrayı kuracak. Hemen oturturdum. Her şeyin yerini bildiğimi söyleyip onu rahatlatırdım. O hâliyle kalkıp benim için bir şeyler yapmak istemesi duygulandırırdı. Ne kadar zor yürüse de hiçbir zaman -son yıllarında bile- namazını ihmal etmedi. Yürüteçle yürüdüğü zamanlarda dahi kalkıp abdestini alır, namazını kılar, dualarını okurdu. Akşamları yemekten sonra televizyonun başına otururduk. Biraz haberlere bakar, sonra genellikle müzik kanallarından birini açardık. Solistlerin kıyafetlerine bakardık. “Sıradaki şarkı senin, sonraki de benim.” derdi, çalan eserleri dinlerdik. Bazen onlara eşlik ederdi. Ziyaret sonrası müsaade istediğimiz zaman yürüteçten destek alarak ayağa kalkardı. Mahçup olurduk onu yorduğumuz için. Tebessümle “Ben size değil, Allah’ın sizdeki hakikatine kalkıyorum.” derdi.

ALLAH SENİNLE
9 Eylül 2023 günü onu son ziyaret edişimdi… O zamanlarda unutkanlığı artmıştı, aynı şeyleri sık sık tekrar ediyordu. Beni kâh tanıyor kâh tanımıyordu. Hoş, zâhirde böyleydi… Ama o eylül günü bir başkaydı sanki. Keyfi yerindeydi. Oğlu Ahmet Ağabey espri yaptığında gülüp cevap veriyordu. Sohbete dâhil olamıyordu ama arada kendi dünyasından katılıyordu. O an aklından geçen şeyi zikrediyordu. Çoğunlukla Niyâzî-i Mısrî’nin mısralarını okuyordu. O mısraları okurkenki coşkulu hâli hâlâ gözlerimin önünde. O gün iki saate yakın kaldım sanırım. Hiç istemesem de ayrılık vakti geldi. Vedalaşırken yine dizlerimin üzerine çöktüm, gözlerinin içine baktım. Yanaklarımı okşayarak sevdi. Her zamanki gibi öyle güzel, öyle manalı bakıyordu ki… Yemin edebilirim beni tanıdığına, Gülnar olduğumu bildiğine… Hâsılı yanaklarımı okşarken “Allah hep seninle…” dedi. Şaşırıp kalmıştım. Hep dua ederdi, güzel şeyler söylerdi ama ilk kez böyle bir şey dile getirmişti. Beraber son günümüz olduğunu bilerek elime bir hazine, bir emanet bırakmıştı sanki…

Onu çok ama çok özlüyorum. Ne mutlu olurdum oğlu Ahmet Ağabey, annesinin yanında kalmam için beni çağırdığında… Türkân Teyze beraber olduğumuz zamanlarda memnuniyetini sık sık dile getirir, bana dua ederdi. Bir yandan da beni işlerimden veya gezmemden alıkoyduğunu düşünüp üzülürdü. Halbuki benim için ne büyük lütuftu onunla geçirdiğim her dakika…
Türkân Teyzeciğim, dünya denilen şu vefasız âlemde sığındığım bir limandı. Yolumu kaybettiğimde kendimi bulduğum bir çift gözdü. Durulduğum, yüklerimi hafiflettiğim bir omuzdu. Bana hakikatimi gösterip kendimi sevdiren, kendime dair umudumu artıran bir aynaydı. Cenâb-ı Allah öbür âlemde de beraber olmayı nasip eylesin, amin…
Gülnar Mızrak