35’İNCİ KURULUŞ YILDÖNÜMÜNDE TÜRK KÜLTÜR VE SANAT DERNEĞİ KURUCU BAŞKANI SEVGİ ÖZKÜZNE (SÖ) İLE MEHMET DEMİRCİ (MD)’NİN YAPTIĞI SÖYLEŞİ
( 23-24 Haziran, 2025, Balçova / İzmir)
MD – Çocukluğunuzdan itibaren kısaca hayat hikâyenizi anlatır mısınız.
SÖ- Ben Bafra’da doğdum. Babam memurdu, âilem görevle Bafra’ya gelmişler, ben
de orada doğmuşum. Daha sonra tâyini çıkmış, oradan İstanbul’a gelmişiz. Bafra
dönemini hatırlamıyorum, Samsun’u hatırlıyorum. Bafra’dan Samsun’a gitmişiz.
Hayal meyal orayı hatırlıyorum. Karşı dâirede hiç çocuğu olmayan bir karı koca
vardı, Mehlika hanım diye hanımın adını hatırlıyorum. Beni çok severlerdi, ben de
böyle annemlere çaktırmadan camı tıklatır, onlara giderdim.
MD – Neciydi babanız, ne iş yapardı?
SÖ- Babam muhasebeciydi Tekel’de muhasebe memuruydu. O zaman İnhisarlar
İdaresi denirdi.
MD -İstanbul’da ilk nereye gelmişsiniz?
SÖ – Fatih’te Sarıgüzel Caddesine gelmişiz. 4 veya 4 buçuk yaşındaydım. Kira
evinde oturduk. 3 katlı bir evin önce girişin altında oturduk. Sonra üstümüzdeki kat
boşalınca oraya geçtik. Sene 1941- 42. ikinci Cihan harbi başladığında babam
yedek subay olarak askere alındı. Cemse dediğimiz askeri araçla ile gelir babamı
kıtaya götürülerdi. Biz evde beklerdik, akşam gene aynı araçla dönerdi. Ben
askerleri çok severdim. Keşke erkek olsaydım asker olurdum derdim. Babam da
çok kızardı.
II. Dünya Savaşı
MD –Siz kaç doğumluydunuz?
SÖ –Ben 1937 doğumluyum. İlk evimiz zeminkatındaydı, birkaç basamak aşağı
inilirdi. Onu bulabilmişiz, fakat İkinci dünya harbi başlayınca İstanbul boşaldı. Bizim
üst katımız hemen taşındı, doktor mu neymiş, onlar taşındılar, biz oraya çıktık. Ev
sahipleri kiracı arıyorlar, İstanbul terk ediliyor. Bir de hatırladığım ışıldaklar
yanıyordu. Böyle düşman tayyâre geliyormuş falan diye. Yeşilköy tarafına
gökyüzüne bakıyorduk, böyle ışık huzmeleri birbirine karışıyor. Bize oyun gibi
geliyordu. Annem de kızım gülüşmeyin, onlar düşman uçağı, derdi. Yani hatırladığım
andan itibaren bir düşman kavramı kafamda, bize Türkiye’ye düşman; böyle bir
şeyin olduğu ve onlar bize kötü şeyler yapacaklar… Bombalama falan olmadı.
Mahalle havasında büyüdük. O çok iyiydi. Konu komşu birbirine hep destek olurdu.
Babam kıtada yiyemediği tayınlarını getiriyordu. Annem de hemen komşulara
dağıtıyordu. Bu tayınlar da kiremit gibi son derece sert. Tayın dediğimiz ekmek.
İstanbul’da ekmek sıkıntısı vardı. Yani ekmek bulunmuyor, un yok, şeker yok. O
sırada yedek subaylara, subaylara aylık bir miktar şeker, un verirlermiş. Babam
onları bize getiriyordu. Annem köşede bakkal Niyâzi amca vardı, Allah rahmet
eylesin, bize gelenin bir kısmını bakkala verir, onun karşılığında yumurta alırdı. O
sert tayınlar bile kapış kapış gidiyordu. O kadar acı bir şey.
MD –Gelen tayınlar size fazla mı geliyordu?
SÖ -Tabii biz iki kişiyiz, annem ben, babam da evde değil. O zâten gelirken
kumanyasıyla geliyordu. Sonra bir ablamız vardı, anneme yardımcı alınmış Fikriye
abla. Yetiyordu bize, artıyordu. Ben çocuğum annem de demek ki tasarrufluydu.
Her şeyi evde yapardı, Malta çarşısı Fatih’e yakın genellikle oraya gidip yapıyordu
alışverişini. Allah rahmet eylesin. Bizde öyle yemek seçme falan olmazdı. Anne
akşama ne var diye sorunca “Allah ne verdiyse” derdi. Bizimkiler, herkes tabağına
ne konduysa yer ve şükrederiz. Ekmek atılmaz, zaten kıt. Ekmekler yani tayınlar çok
sertti. Buna rağmen atılmaz. Annem atmak günah derdi.
Bir ara siren sesi gelir ışıklar söner, evlerde özel bir aydınlatma düzeni olurdu, o
kullanılırdı. Şaban amca vardı bekçi, işine çok dikkat ederdi, pencereden ışık sızdığı
zaman böyle sopasıyla cama vururdu, anlardık ki ışık sızıyor. Pencerelere siyah
perdeler yapıldı. Stor, yuvasında sarılı, çekiyorsun indiriyorsun, aşağıya. Yaa diye bir
ses gelir. Hemen bizim perdeler iner aşağıya, ışıklar kısılır, elektrikler bazen kesilir,
bazen idârelambaları açılır. O lambalar hala duruyor onlar annemin gelinliğinden
kalmış. Bunlar biz çocuklara oyun gibi gelirdi. Annem durmadan okurdu. Kur’an-ı
Kerim, dualar. Bize “Gülüşmeyin bu kadar” diye ikaz eder. “Duâ edin askerlerimize
zarar gelmesin” derdi. Bir gün sirenler çok çaldı, kendi kendime, aaa, dedim
herhalde benim doğum günüm kutlanıyor!
Enteresandır, ben kız çocuklarıyla değil, oğlan çocuklarıyla oynardım. Kızlar bebekle
oynuyorlar. Bana sıkıntı basardı. O bebekle yatıp kalkmak. Beni tanklar, kamyonlar
ilgilendirirdi. Oyuncak kamyonun arkasında çakıl taşıdım. Kılıç severdim, bir de
babacığım, Allah rahmet eylesin, eski bir şemsiyenin telinden yay yapmıştı. Kapılar
hep delik deşik olmuştu, ben yay çekip ok atacağım diye.
Babam bana eski şiirleri, hikâyeleri okurdu. Ben daha okula gitmeden çok önce
okumayı öğrendim. Yazmayı değil, yazım çok kötüydü, onun için babam dedi ki sen
okumayı sök, yazmayı okulda yaparsın dedi. Hâlâ da pek okunaklı yazamam.
Endişeli ama çok mutlu bir çocukluk geçirdik. Cemse gelip kapıda durdu muydu
bakardık babam,kapı açıldı mıydı bir sevinç yaşardım. Babam zayıf bir insandı.
MD -Babanız yedek subaydı, yedek subay olarak bu kaçıncı askerliğiydi?
SÖ -Giresun’da yapmış askerliğini. Bu ikinci askerliğiydi, İkinci Dünya Savaşı
dolayısıyla tekrar askere alınmıştı, ama hiç şikâyeti olmadı. Yalnız derdi ki,
“Büyüdüğün zaman artık genç kız olarak kızım kiminle gelirsen gel, sakın bir
subayla evleneceğim diye gelme!” derdi. Askerlik o kadar zor bir meslek ki yani
gecesi gündüzü yok. Ev mefhûmu olmayacak. Ben ise üniformaya bayılırdım. İşin
kötüsü babamım bu sözlerini çok kızarak dinlerdim. Niye beni böyle baştan
engelliyorsun falan diye. Ondan sonra ama Allah rahmet eylesin; ilk eşim Uğur’la
nişanlıyken neyse ki o yedek subaydı. Böylece babamın sözünden kurtulmuş
oldum.
MD -Siz kıyafeti vesâiresi dolayısıyla askerleri, subayları çok seviyordunuz ama
babanız da sakın subayla evlenme diyordu. Bu içinizde o yıllarda nasıl bir duyguya
yol açmıştı?
SÖ -Şöyle diyordum, babam niye böyle söylüyor acaba? Sonra diyordum ki, ama
bak o bizi bırakıp gidiyor. Sen de subayla evlenirsen o da seni bırakıp gidecek,
bunu artık kaldırabilir miyim? O nasıl mantık yürüttü onu bilmiyorum. Bir yandan da
hak veriyordum ama. Benim de böyle askerliğe, askeri disipline karşı ilgim vardır.
Okuma Merakı
Okumaya meraklıydım. Kendimi bildiğim andan itibaren okuyabiliyorum. Yani
gazetelerin baş yazılarını ama nasıl öğrendiğimi hatırlamıyorum. Mutlaka biri
göstermiştir. Ondan sonra çok dergi almaya başladım. Bir Acem amca vardı, kitap
gazete satardı. Babam orada benim için hesap açtırmış; ben oraya gidiyordum,
alıyordum o hesaba yazıyordu. Babam aybaşında ödüyordu. Ne kadar Çocuk Sesi,
Çocuk Gözü, Afacan, Yavru Türk hepsini alırdım. Ben bunları alıyor çok okuyordum.
Yani herkes pış pış bebek bakar, ben okurdum.
MD – Yavru Türk dergisi o kadar eski mi demek? Ben 70’li 80’li yıllarda o dergiyi
çocuklarıma aldığımı hatırlıyorum.
SÖ –Evet eskidir, 5 yaprak falan bir şeydi. Ondan sonra Teksaslar Tommiksler
gelmeye başladı. Babam dedi ki; bak, bunları da oku, ben sana hiçbir şeyi yapma
demem. Babam bana yani olmaz, almam hayır demedi. Ama bunlar yabancıları
anlatıyor. Bizim askerlerimizin beline silahı takıyorlar. Dikkat ettin mi? Bak bakalım
Tommiks aynı yere mi takıyor? Şimdi onların bana farkını gösterirdi. Babam Kafkas
kökenliydi, Habaz veya Hubuz oğulları diye bilinirmiş. O toprakların heyecanına
sahipti, milli şuuru çok yüksekti. Kendisi Rüşdiye mezunu, o zaman daha yükseği
yokmuş.
MD -Annenizin kökenini biliyor musunuz
SÖ – Annem Giresun’lu, başka bir şey bilmiyorum. Dedeme Bıçakçı Ali Usta
derlermiş. Mesleğinde çok iler imiş.
MD -Yani o dönemde 1940’larda rüşdiye mezunu da olsa bir babanın kızını bu
kadar rahat bırakması, istediği dergiyi kitabı alıp okumasına izin vermesi ilgi çekici.
Günün şartlarını düşünürsek bana biraz daha muhafazakâr olması lâzımdı gibi
geliyor, ne dersiniz?
SÖ -Ben başka türlüsünü bilmiyordum ki, bu bana çok normal gelirdi. Ne zaman ki
bizim Gülen İstanbul’a geldi Gülen, amcamın kızı, öz amcam, Talat amcamı
gördüm. Babamla hiç benzemiyorlar yani şekilleri de benzemiyor. Pek kiloluydu,
babam çok zayıf bir insandı. Allah rahmet eyleye. Talat amcam çok baskıcıydı.
Gülen babasından çok annemle konuşur halleşirdi. Annem de Allah razı olsun rahat
bir insandı. Yani bana da şöyle dedi: Bak kızım seni kimsenin evine göndermem,
bunu bir kere bil dedi. Arkadaşların bize gelsinler, onlar izin verirlerse çocukları bize
gelsinler. Dolayısıyla bizim ev hep açıktı ama ben başka yere gidemezdim. Başka
yere gidenler de gündüz gider, akşam ezanından önce döner.
MD -Bu size zor gelmez miydi?
SÖ –Hayır hiç zor gelmedi hatta pek de hoşuma gitti hep öyle alıştık. Nasıl olsa bize
geliyorlar. Maksat bir arada olmak değil mi? Öteki türlü olsa annem ikide birde
çağıracak. Neredesin? Annem çünkü görmezse beni, “Sevgi dedim mi sesimi
duyacaksın, üçüncüde duymazsam ben gelirim” derdi annem. Biz de bir
apartmanın içinde oynardık, şöyle serin serin. Bir tek bu konuda zorladılar beni, ne
oku dediler, ne okuma dediler. Ne evliliğime karıştılar, ne ayrıldığıma karıştılar yani
böyle. Ben tamamen serbest bırakıldım.
Babam tarîkat dendi mi? Tepesi tavana vuran bir insandı. Sebebini bilmiyorum,
affedersin küfür ederdi. Annem de “Aman efendi ağzımı bozma” derdi. Fakat ne
zaman ki Sâmiha Anne’yi Mehmet Dede’yi tanıdı tavrı değişti. Hatta Mehmet Dede
bizi teşrif ettiler. Biraz daha büyüdük, biz SâmihaAnneye gidiyoruz.
İlkokul Yılları
MD –O konulara daha sonra gelelim, ilkokula nasıl başladınız?
SÖ – İlkokula herkes gibi gittim fakat beni 7 yaşımda almadılar. O sene bir kural
çıkmış 7 yaşını doldurmak lazımmış. Ben de Eylül doğumluyum. 14 Eylül
doğumluyum. O tarihte okullar açılmış oluyor. Bu yüzden bir sene yaşıtlarımdan
büyük gittim okula. Umurumda olmadı doğrusu. Çünkü gitmeden çok önce
okuyordum. Babamla sahaflara giderdik. Oradan durmadan dergi alırdım.
İlkokula başladım. O zaman okullar numaralı idi. Bizim ki 19. İlkokul idi, yani şimdiki
Hırka-i Şerif İlkokulu; Konağın karşısında. 13. İlkokul Fatih’te idi. Öğretmenimiz
Rukiye öğretmen diye emekli olmuş ama fiilen ayrılmamış böyle şişman yuvarlak
yüzlü bir öğretmen. Rukiye öğretmen pek fazla ilgilenmezdi, serbest bırakırdı bizi
işte tahtaya bir yazı yazar. Bundan 10 tanesini aşağıya yazacaksınız işte, derslerimiz
rahat geçerdi. Bir ara “Öğretmenim benim yazım çirkin” dedim. O da “Ama
okunaklı” dedi. Tam anlamadım, eve gelince babama söyledim. Üçüncü sınıfta
elyazısına başladık, ona ayrıca Mebruke öğretmen gelirdi.
Nazlı Öğretmen
En hoşumuza giden; ilkokulda arada bir helva dağıtılır, bazen aşûre dağıtılır. Bu ne?
Derlerdi ki hemen karşıda bir öğretmen Nazlı öğretmen var, o gönderiyor. Nazlı anne
imiş o, ben bilmiyorum o zaman. Bizim okulda öğretmenlik yapmış gençliğinde.
Bugün kandilmiş, kandil işte mübarek günmüş, kandil ne bilmiyoruz ki evden
biliyoruz ama ne? İşte bunun için helva geliyor, aşure geliyor. Muharrem’de öyle.
Muharrem ne bilmiyoruz. Peygamberi biliyoruz. Hepimiz bütün sınıf peygamberi
biliyor. Ama kandil ne aşûre ne, Muharrem ne bilmiyoruz. 8 yaşına kadar bunları
evde görüyoruz ama okulda bilmiyoruz. Bunların okulda da bir işe yarayacağını
bilmiyoruz.
Bayramlardan önce bazı çocuklara davetiye gelirdi. Meğer Nazlı anne gönderirmiş,
onu bilmiyoruz. Kimsesiz çocuklar olursa onları eve çağırırdı. Arada bir böyle bir tatlı
gelir. Burada bir emekli öğretmen var. Onun çocukları küçük vefat etmiş onlar için
hayır yaparmış. O çocuklarının işte vefat ettiği günlerde bir de Hazreti Peygamberin
doğduğu günlerde okula gönderiyor Nazlı öğretmen. Biz hep onu öyle ismen
biliyoruz sonradan kim olduğunu öğrendim. Helva hikâyesi devam etti. Hatta bir
gün 4 veya beşinci sınıfta onu tam hatırlamıyorum, bizim sınıftan bir oğlanı
götürdüler. Şık şık giyinmiş geldi bayramda, Nazlı anne torununun elbisesini çıkartıp
bu çocuğa giydirmiş.
MD -Sizden önce emekli olmuş değil mi?
SÖ -Evet, evet. Benden önce. Ama Nazlı öğretmeni hep duyduk. Nazlı öğretmen
varmış şöyleymiş. Böyleymiş diye.
[Nazlı Öğretmen hakkında geniş bilgi için bkz. Sâmiha Ayverdi ve arkadaşları,
Ken’an Rifai ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbealtı neşriyatı,
İstanbul,2003 s.76-83]
MD -Dersler tam gün mü yarım gün müydü?
SÖ -İlk başlarda tam gündü, sonra sabahçılar öğlenciler olarak ayrıldık. Okul aynı
fakat kayıtlar çok olunca sabahçı öğlenci oldu, ilk önceleri tam gündü. Saat sekiz
buçukta başlıyordu. Akşam üç buçukta da bitmiş oluyordu. Öğlen bir yarım saat ara
veriyorlardı. Sonradan sabahçı öğlenci oldu ve ondan sonrasını zaten benim okul
bitti. Annemler hiç okula gelmezdi, veli toplantılarına katılmazdı. Bunun için
üzülmezsem de neye gelmezler diye merak ederdim.
Mezun olacağız, okul bitiyor artık; okuldan bana bir zarf verdiler. Ben de anneme
verdim. Bu bir davetiye imiş. Aysu sinemasının bahçesinde toplanılacak, işte
diplomalarımız verilecek. Meğerse ben gariban, ilkokullar arasında en fazla puanı
almışım. Okul birincisi olmuşum. Annem o toplantıya da gelmedi. Bana ödül olarak
altın kaplamalı bir dolma kalem verdiler, o zaman Türkiye’de öyle bir uygulama
varmış. Törene vâli geldi. Bizi çağırdılar, çıktık elini öptük. Dediler ki bak böyle böyle
yapacaksınız. Şöyle şöyle yapacaksınız, zaten artık beşi de bitirmişiz, adam
olmuşuz.
MD –Böyle bir beklentiniz var mıydı?
SÖ – Hiç yoktu. Ya hani öyle bir şeyim yoktu. Birinci olacağım, bilmem ne olacağım
diye bir şeyim yok.
MD -Neye bağlıyorsunuz bunu? Bu bir başarı, o yaştaki çocuğu çok da sevindirir.
SÖ –Bende daha çok öğrenme hevesi galiptir. Bu hevesim hâlâ vardır. Ben bir
şeyler öğrenmek isterim. Devamlı, hâlâ şimdi meselâ bazen bakıyorum burada bu
motifi niye koymuşlar, niye bu bunun içine koymuşlar. Bir şeyi araştırmak isterim
meselâ…
MD –Törenlerde, sınıf huzurunda konuşmak gibi hevesleriniz var mıydı?
SÖ -Vardı vardı. Böyle törenlerde falan görev alırdım. Meselâ Çanakkale Şehitleri
şiirini ezbere okuttular bana. Ezberledim, ezberlemişim. Fakat ya unutursam ya
unutursam diye korkudan bir ara tökezler gibi oldum. Öğretmene baktım, Çok güzel
dedi. Allah rahmet eylesin. Şiiri bitirdim. Girişkendim, böyle toplum huzuruna
çıkmaktan çekinmezdim. Çat kapı girerdim, anlatırdım.
Yazarken Ağlamak
MD –Milli günlerde nasıl kutlamalar yapılırdı?
SÖ -29 Ekim’de milli günlerde mutlaka bayraklarımız asılır evleri süslerdik. Okulda,
ortaokulda da olurdu. Öğrencilere düşen işler, şiir ezberleme, şiir okuma yarışması
falan onlar olur. Bize Çanakkale Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşını, İstanbul’un işgalini çok
anlattılar. Ben şiir ezberlemektense kompozisyon yazmayı daha çok severdim. Yazı
uzun olmayacak bir sayfa civârında olacak. Bu tür kompozisyon yazarken daha çok
heyecanlanıyor ve ağlıyordum. Yazarken ağlıyordum. Sanki ben de onlarla harbe
gidiyormuşum gibi olurdum. Babam çok anlatırdı. Nasıl geldiklerini, nasıl mücadele
ettiklerini anlatırdı. Türkiye’ye geldiklerinde babam çocukmuş, babamı at terkisine
getirmişler. Ve ilk manolya ağacını Türkiye’ye gelince görmüş.
MD -Babanızın geliş tarihini tahmini de olsa hatırlıyor musunuz?
SÖ -Hatırlamıyorum.1800 kaç dedi, hatırlamıyorum. 83 yaşında vefat etti babam.
Çok çok milliyetçiydi babam. Giresun’da tabya diye kaleye çıkarken bir yer var.
Tarihî, askerî bir yer. Rus deniz araçlarını batırmışlar. Ruslardan sonra oraya
zannediyorum İngilizler ve Fransızlar daha büyük gemilerle gelmişler. Araştırma
merakım var dedim ama bunları tam öğrenememişim, tabii çocuktum.
Dedem zengin bir insan değil, bıçak ustası, yani bıçak yapmakta dedemin üstüne
kimse yokmuş. Fildişi saplar yapmış, işte bilmem neler yapmış? Aynı gibi görünen
iki bıçak, meselâ biri 3 kuruşa öteki 5 kuruşa. Sebebini siz bilemezsiniz dermiş.
Bunun sapında damar var bunun sapında damar yok. Bu 5 sene dayanırsa, bu 2
sene dayanır, bunları da anlatırdı babam.
Mâneviyetli Bir Semt
MD –Yaşadığınız semt nasıldı?
SÖ -Semtimiz çok güzeldi. Temiz bir semtti. Koyun Baba vardı orada, hâlâ var
durur. Adak adanır. Az ileride Hırka-i Şerif, Hırka-i Şerif’e giderdik.
Evde devamlı aşağıdan yukarı katlara gidilir. Halama gideriz, el öpmeye. Halamın
çocukları bize gelir. Annem mendil hazırlar, mendilin içine çikolatalar, paralar, koyar
kandil hediyesi. Ama hatırladığıma göre o yaşa kadar konu komşu arasında helva
falan komşu arasında yoktu. Çünkü herkes bir yerden gelmiş, fukaralık da var. Ama
meselâ Kafkasya’dan gelen Güllü hocalar vardı, onlar çok farklıydılar.
MD –Koyun Baba, Hırka-i şerif, bunların taşıdığı anlam, manevi yönleri hakkında bir
bilinç var mıydı sizde?
SÖ -Vardı. Çünkü evden annem bunlara önem verirdi. Babam pek ilgi duymazdı.
Babam tarîkat falan dendiği zaman biraz tedirgin olan bir tipti. Ama sonra Mehmet
Dede’yi tanıdı, Sâmiha Anne’yi gördü, ondan sonra babam bir hayli değişti.
MD –Anneniz bu konularda daha olumluydu öyle mi, bütün anneler, bütün
kadınlarımız gibi?
SÖ –Evet, çünkü yukarı katımızda Muallâ Teyze vardı ve annem onunla iyi
görüşürdü. Nezihe Araz ve Kemal Araz’ın kardeşi. Hidâyet Teyze onların halası.
Vâlide Sultan’ın [Kenan Rifai hazretlerinin annesi Hatice Cenan Hanım MD]
zamanından, yani biz Hidâyet teyzeyle bu kapıya geldik. O götürdü getirdi bizi. Allah
razı olsun.
Kız Ortaokulu
MD -Ortaokula geçelim mi?
SÖ –Geçelim. Ortaokulda Cibali Kız Ortaokulunda okudum. Yanan Hayriye Lisesi
varmış kendileri de oranın müdürlüğünü yapmış, onun yatakhanesinden bir ortaokul
yapmışlar. Şimdiki Büyük Şehir Belediye sarayı var ya, onun arka tarafında Sipahi
ocağının üstünde. Aslında Cibali ile alâkası yok ama nedense bu ismi vermişler. Üç
katlı bir okuldu, ahşap. Ahşap merdivenlerden gacır gucur sesler çıkar. Tam gün
ders vardı. Öğretmenlerimiz çok güzeldi. Hele ikinci sene. Ben orta ikideyken müdür
değişti. İbrahim Bey diye birisi geldi. Bir ayağı aksak, yürürken böyle pat pat pat
diye ses çıkardı, ahşap olunca daha çok belli olurdu. O geldikten sonra bizim okula
laboratuvarlar yapıldı, deneyler yapılmaya başlandı. Civa neymiş onu öğrendik. Biz
maddeleri tanımaya başladık. Kimya ve fizik dersleri çok verimli geçer oldu. Bu
derslere müdür bey girerdi. Ben daha sonra Kandilli lisesine gittim. Cibali’deki
laboratuvar Kandilli’de yoktu. Biz çok merak ediyoruz. Şimdi cıva böyle şu kadar bir
şey (eliyle gösterir). Tut dedi öğretmen. Tuttum elim aşağıya indi. Özgül ağırlık
denilen bir şey vardır dedi. Özgül ağırlığı orada öğrendim. Parmağımı sokuyordum.
Parmağımı ıslanıyor, öğretmen sakın dedi elini kulağına, gözüne götürme, civa zarar
verir dedi. Müdürümüz o kadar güzel bir insandı ki nurlarda yatsın. Öğretmenleri işe
zorladı. O yüzden müdürü pek sevmediler.
Kandilli Kız Lisesi
MD –Lise hayatına gelelim mi?
SÖ –Ortaokulu derece ile bitirdim. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’inin torunu
Ahter’le ben birinciliği paylaşmışız. Benim huylarından bir tanesi kalabalık vâsıtaya
binemezdim. Hala binemem. Sebep, tıkış tıkış oluyorsun ya, herkes sana
dokunuyor. Ben bunu istemiyordum. Bu yüzden yatılı bir okula girmek istedim. En
uygun Kandilli kız Lisesi oldu. Okul birincisi olduğum için de hemen kaydımı
yaptılar.
Kandilli Kız Lisesi’nde öğretmenlerimiz iyiydi fakat ben orada zâtürre oldum. Çok
zayıftım. Bir kere yemeklerine alışamadım. Her şeyi yerim ama o zaman ilk defa
evden uzak kaldım. Bir de sınıfa çok uyum sağlayamadım. Sadece üç kız arkadaşım
oldu, zaten hep kızlar var. Oradaki kızlar böyle farklı düşünüyorlar. Tuhaf, hiç
düşünmediğimiz şeyler anlatıyorlar. Birbirlerine anlattıkları şeyler aklımızın
köşesinden geçmez. Ben şok oldum, kiminle konuşacağımı şaşırdım. Demek Fatih
çevresi o ilkokul, ortaokul çok güzelmiş. Çok muhafazakâr değildi ama ne diyelim,
sanki bir kristal vazo içindeymişim. Mahallemizde de herkes kız erkek beraber
oynardık, camilere beraber giderdik Ramazan’da. Uzun etekler dikerdi anneler.
Teravih namazına da giderdik. İnsanlar maşallah çocuklara falan diye bize sevgi
gösterirlerdi.
Hastalık ve Okulu Terk
Lisede hastalandım ikinci dönemde ateşim çok çıktı. Hemen babam bizim kendi
doktorumuza götürdü beni. Doktor, ciğerler zayıf dedi. Beni okuldan aldılar. Çünkü
âilede Karadeniz’de tüberkülozdan ölenler çok oldu. Dayım, amcamın oğlu Ali Bey
öyle gittiler. Okulda yemek yiyemiyordum. Yatılı okulun yemekleri de çok güzel
değildi. Bir seferinde baktık ki ekmek tabağının içinde fâre pisliği var. Onu
gördükten sonra biz artık hiçbirimiz ne ekmek yiyebiliyoruz ne yemek.
Söyleyemiyorsun da kimseye. Yemeklerde ne yağı kullanıyorlardı bilmiyorum. Böyle
iştahlı bir insan olsa gözü görmez yer onları. Kantinde bir şey yok, kantin de yok o
günlerde. Bir sucu vardı. At arabasıyla su getiriyordu okula, kızlar onu ayarlamışlar,
simit sipariş veriyorlardı adama. Dışarıdan at arabasıyla su getiriyor okula. Baktım
bir şey alıyorlar, bende ne alıyorsunuz dedim. Sus sesini çıkarma dediler simit
getiriyor. Parasını önceden verip simit alıyorlarmış. Çıksan okulun dışında hiçbir şey
yok.
Hastalanınca okuldan ayrıldım ben daha okumam dedim, okul işi burada bitti.
Ondan sonra bir sene hiçbir yere gitmedim. Sonra Kız Enstitüsüne gittim.
MD -Tedaviniz uzun sürdü mü?
SÖ -Ateşim falan olmadı. Bir süre sonra sağlığım yerine geldi. Evde iyi bakıldım
yemek târifesiverildi, şu kadar şu yenecek, şu verilecek gibi. Meselâ 4 kemik
pirzola, her öğlen 4 kemik pirzola verirlerdi, en sevdiğim şeydi, mecburi olunca
ondan bile nefret ettim. Bana iyi baktılar evde, çok da iyi bir doktorumuz vardı. İğne
oluyorum durmadan, kabadan, koldan, damardan. Röntgenler güzel çıkınca iğneyi
yavaş yavaş azalttılar.
Kız Enstitüsü
MD –Bu tedâvi kaç ay sürdü.
SÖ -6 ay falan sürdü. Zatürre olmuşum, çift taraflı zatürre olmuşum. Bünye de zayıf
olduğu için vereme döner diye endişe vardı, annemlerin bütün korkusu oydu.
Tüberküloza çevirir mi çevirmez mi? Annem ikide birde bakardı, öksürüyor mu diye
takip ederdi. Hamdolsun olmadı öyle bir şey ama, benim tahsil hayatım orada bitti.
Evde oturacak ev kızı da değilim ben. Bari Enstitüye gideyim dedim, annem olur
dedi. Cağaloğlu Kız Enstitüsü’ne başladım. En yakın orasıydı.
MD –Neyle gidiyordunuz?
SÖ -Tramvayla gidiyordum. O gayet güzel yürür. Dönüşler rahat oluyordu. Bazen
meselâ Beyazıt’a kadar yürüyorduk. Beyazıt’ta sahaflarda oturuyorduk, bir sâlep
falan içiyorduk. Biraz daha büyümüştüm tabii o zaman. Bu okul 3 seneydi, orayı
bitirdim. Kültür dersleri hafifti, çoğu zaten bildiğimiz şeyler. Dikişle ilgili ders ve
uygulamalar çoktu.
MD –Dikişi sevdiniz mi?
SÖ -Dikişi sevdim, sevdim ama bana göre değildi. Ben böyle çabuk biten şeyleri
seviyorum. Yani bir de detaya giriyorum,
MD –O kadar okumaya meraklısınız, hastalık sebebiyle çabuk pes etmişsiniz
denebilir mi?
SÖ –Okumayı hiç bırakmadım ki. Evde gene gecenin ikisine kadar okuyordum.
Annemlerin bütün endişesi, amcamın büyük oğlu tüberkülozdan vefat etti, Ali bey
abi Allah rahmet eylesin. Karadeniz’de çok veremden ölen olmuş, bizimkiler onun
için bunu duydukları an, babam da dedi ki bana kızımın hayatı lazım. Okumasa da
olur. Bir evin bir kızısın, kaç sene sonra doğmuşum. Bir de iştahsızlığım var.
Daha sonra geriye dönüp bakınca ben bunda hayır gördüm. Belki de öyle
olmasaydı benim için iyi olmazdı. Atak mizacımla muhtemelen siyasete atılırdım,
başım derde girerdi, rahat durmazdım. İyi ki yüksek tahsil yapmamışım. Allah’tan ki
yapmamışım.
MD –Böyle bir düşünceye ne zaman vardınız, bunun şuuruna ne zaman erdiniz?
SÖ -Edirne’ye gittikten sonra vardım. Orada Allah rahmet eylesin. Safiye Erol
hanımla biz bir hafta beraber geçirdik. O kadar anlaştık, o kadar anlaştık ki Allah
rahmet eylesin. Uğurla (Yüksel) ile evlendim, Edirne’de öğretmendi, oraya gittik. Bir
gün Sâmiha annemden Uğur’a telefon gelmiş, Edirne’ye Safiye Erol geliyor,
kendisiyle ilgilenin. Ben de çok çekindim. Safiye Hanım’ı İstanbul’dan biraz tanırım.
Ekâbir görünüşlü, bize pek yüz vermez, aristokrat bir tipi var.
MD –Şimdi buraya bir nokta koyalım, Edirne ve Safiye Hanım’ı bir sonraki oturumda
konuşalım.
Hidâyet Teyze
MD –Hangi yaşlarda ve hangi sınıflarda iken sizin câmiayla, bu alanla münâsebetiniz
başladı?
SÖ –Ben bildim bileli apartmanımızda yukarı katta Hidâyet teyze Muallâ abla Kemal
abi oturuyorlardı. Annemler Kenan Rifâî hazretlerinden bahsediyorlardı ama isim
olarak söylemiyorlardı. Tam karşımızda bir Şemsi abi vardı, Hukuk Fakültesinde
okuyor. Sırtı kamburca bir beydi. Allah selâmet versin. Babam da o zamanın modası
gibi böyle derviş dendi mi, tepesi tavana vuran bir zattı. Hiç hoşlanmazdı Allah
rahmet eylesin. Ama Hidâyet teyzeye çok büyük saygısı vardı. Hidâyet Hanım teyze
de kendilerinin dervişlerinden, çok gençliğinden itibaren. Muallâ abla da öyle,
Muallâ Hanım Nezih Araz’ın kız kardeşi bizim üs katımızda oturuyorlar. Şemsi bey
haber verirdi annemlere, ben de çocuğum ama anlamıyorum; derdi ki bugün
gelecek arabayla Kenan Bey hazretleri. O da arabalarıyla bizim sokağa girerler.
Şemsi beylerin evinin önünde dururlar. Annemler de tül perdenin arkasından
Kendilerini görmeye çalışırlar. Teyzemler, annemin ablası, annemle böyle göz
kesilirler, dikkatle bakarlardı.
MD –Yâni hürmetleri var kendilerine. Sebep, Hidâyet Hanım oluyor değil mi?
SÖ –Evet, öyle. Ben hiç görmedim Kendilerini,evet hürmetleri var Kendilerine çok
büyük hürmetleri var. Sebep Hidâyet Hanım. Çünkü Hidâyet Hanım teyze herkese
yetişen, herkese koşan, dedikodusu olmayan dünya tatlısı bir insan. Muallâ abla da
öyle, Kemal abi de öyle. Muallâ ablanın bir bebeği oldu. Ben o zamana kadar onu
abla dermişim. Ondan sonra teyze demeye başlamışım. Aaa dedi, sen bana hep
abla diyordun. Ne değişti ben çocuk yapınca dedi. Böyle şaka yapan güzel
insanlardı çok severdik.
Yani kendilerini (Kenan Rifâî hazretlerini) ismen ilk tanımam böyle oldu, ama annem
çok meraklıydı, çok istiyordu kendilerini görmeyi. İlkokul çağlarım olabilir bu,
tahminim o zaman da ilkokula yeni başladım mı başlamadım mı bilmiyorum.
Annemler daha sonra Kendilerini ziyaret gider oldular.
Kendileri İle Tanışma
Bir bayramda Hidâyet teyze seni de götüreceğim dedi. Ben de takıldım Hidâyet
Hanım teyzenin peşine konağa gittik. Konağın üst katı eski hâlindeydi, yukarıya
çıktık. Orta merdivenlerden sol taraftaki odada Kenan Rifai hazretleri koltukta
oturuyorlardı. Elleri de koltuğun kolçaklarındaydı. Herkes giriyor. Giriyor, el öpüyor,
öbür kapıdan çıkıyor, öbür bitişik odadan. Ben de gittim ne yapıyorlarsa onu
yapacağım, şöyle baktılar bana, başımı okşadılar. “Bu kim Hidâyet?” dediler. Ben
de çok heyecanlandım ama niye heyecanlandığımı bilmiyorum. Hidâyet Hanım
teyze fıs fıs fıs bir şeyler söyledi herhalde. “Mâşallah mâşallah” diyerek hep başımı
okşadı. Şimdi benim dünya gözüyle kendilerini görmem bu oldu.
MD –Kendileri 1950 Temmuzunda vefat ettiklerine göre, sizin görüşmeniz hangi
tarihte olabilir? 1949 olabilir mi?
SÖ -1948 olabilir. [Bir video kaydına göre, Sevgi Hanım daha önceleri bu konuyu
Barış Özek’e anlatırken, o sırada 9-10 yaşlarında olduğunu söylüyor. Buna göre
olayın 1946 veya 47’de olduğu düşünülebilir. MD] Ondan sonra bir daha gidemedik.
Yani ben gidemedim. Annem de götürmek için benizorlamadı.
MD –Bu karşılaşmadan ne kaldı hatırınızda, meselâ ne hissettiniz o zaman?
SÖ -Kendilerini görünce çok heyecanlandım ama niye heyecanlandığımı bilemedim.
Bir kere konağa girdiğim zaman farklı şeyler hissettim ama dediğim gibi bunları
ifade edemiyorum. Hala isimlendiremiyorum. Yalnız çok şık hanımefendiler vardı.
Yaşları bayağı ileri olan, uzun yerlere kadar uzun etekli kıyafetlere bürünmüşler.
Birbirlerini merdivende selâmlaşıp yol veriyorlar, bu dikkatimi çekmişti. Ayrıca hiç
gürültü yoktu. Çünkü annemin kabul günlerinden veya kabul günlerine beni de
götürdüğü zamanları hatırlıyorum; bayağı gürültülü konuşmalar olurdu. Konakta ise
hiç öyle şey yok, herkes başıyla selamlaşıyor. Benim dikkatimi çekmişti demek ki.
Tabii çok farklı şeyler ama ne hissettim bilmiyorum, hâlâ da böyle
heyecanlanıyorum. Ondan sonra da gidip görmek nasip olmadı. Hakka
yürüdüklerinde de annemler gittiler konağauğurlamak için.
MD –O dört-beş seneye ait bu câmia ile alâkalı hatırınızda kalan neler var?
SÖ -Hidâyet Teyze Allah nurlarda yatırsın, bize gelir anlatırdı. Meselâ Sâmiha
Annemden bahseder Meşkûre Abladan bahseder, konuşulanlardan bahsederdi.
Evimizde bazen böyle ağır bir hava olur, hayat gailesi belki bazen herhalde para
sıkıntısı oluyor. Evdeki o ağır ve sıkıntılı hava sırasında, tık tık kapıyı çalar, zile
basmaz, evin kapısını çalar, “Hidâyet Hanım, Hidâyet Hanımdır” derdi annem, o
gelince bir ferahlık gelir eve, otururlar, konuşurlar yani. Ne konuştuklarını
bilemiyorum. Belki bir şey konuşmazlar. Hattâ havadan sudan söz ederler. Ama
onun gelip gidişiyle evin içine bir ferahlık gelirdi.
MD –O halde âilece sizin rehberiniz Hidâyet Hanım sayılır.
SÖ -Evet evet, bu yoldaki rehberimiz Hidâyet Hanım teyzeydi. Onun varlığı ve
sözleriyle bir ferahlık, bir gönül açıklığı, bir huzur gelirdi. Ama niye ferahladığımızı
bilmezdik. Böyle iki büklüm, çok zayıf ve bembeyaz yüzlü bembeyaz saçlı,
heyecanlı, melek gibi, çok güzel bir insandı. Allah rahmet eylesin işte.
MD -Kendilerinin vefatı sırasında siz ilkokulu bitirdiniz galiba. Hatırlamaya
çalışırsanız, o dönem için Kendileri, câmia ve Sâmiha Anneyle ilgili hafızanızda bir
şeyler kalmış mıdır?
SÖ -Düşünüyorum da pek bir şey gelmiyor aklıma. Ama annemlerin çok
üzüldüğünü hatırlıyorum. Bende çok üzüldüm ama niye üzüldüğümü de bilmiyorum.
Yani bir daha gidemeyeceğim diye mi üzüldüm? Onu hatırlayamıyorum,
isimlendiremiyorum. Annemle annemin ablası ki ben ona büyükanne derdim, onlar
ağladılar, gözlerini sildiler ve konağa gittiler. Konakta Kendilerini uğurlama için
ziyâret etmişler. Ama beni götürmediler. Yani teklif de etmediler. Benden de öyle bir
arzu çıkmadı. Aklıma gelmedi demek ki. Hidâyet Hanım teyze evde ne zaman bir
sıkıntılı hava esse kapı böyle usulca çalınır. Annem hah gelmiştir der, Hidâyet Hanım
derdi, Hidâyet Hanım teyze gelir. Evin havası değişirdi.
MD -Siz Sâmiha anneden önce kendilerini gördünüz
SÖ -Gördüm. Evet, ellerini de öptüm.
Sâmiha Ayverdi İle Tanışma
MD –Sâmiha Anne ile münâsebetiniz nasıl başladı?
SÖ -Beni Sâmiha Anneye de Hidâyet Hanım götürdü. Hidâyet Hanın teyze önce
Sâmiha Anneden bahsettiler. Sâmiha Anneye nasıl gittiğimizi, çok heyecanlandığımı
hatırlıyorum. Orada Suzan abla vardı. Suzan abla, Sabriye abla vardı Hoş geldin hoş
geldin. Sanki 40 yıllık tanıdıkları biriymiş gibi son derece sıcak bir karşılama oldu. O
zaman Ekrem Bey amcalarla beraber oturuyorlardı. Yukarıya odasına çıktık, elini
öptük. Kendisini çok sevdim
Hidâyet Hanım beni Nazlı anneye de götürdü. Nazlı anne de konağın hemen
karşısındaydı. Bizim okulda eskiden öğretmen olan, helva gönderen Nazlı anneye.
O sırada yürüyemiyordu, oturuyordu. Kızları da oradaydı Nazlı annenin elini öptük.
Hemen hepimizi hediye verdi, kim gitse ona bir hediye veriyordu. Belki küçük bir
şey verdiler bana şu anda hatırlayamıyorum, ellerini öptüm her zaman gelebilirsiniz
dediler. Buna benzer bir şey söylediler.
MD –Tarihlendirmeye çalışsak, bu kendilerinin vefatından birkaç sene sonraya
rastlıyor olmalı.
Meşkûre Abla
SÖ –Sanırım öyle. Belki 1952-53 Eylül olabilir. Yani 15-16 yaşlarımda. Bir müddet
sonra Sâmiha Annem beni Meşkûre Ablaya gönderdiler. O zaman evleri Fatih’te
Atikali’de idi. Kocası Dr. Faruk Abinin muayenehanesi de oradaydı. Meşkûre Abla o
sıralarda sohbet ediyordu. Ona haber vermişler, gittim. Aa ne kadar güzel karşıladı
ya Rabbi! Çok genç, çok güzel, pırıl pırıl bir insan. O zaman böyle siyah saçlı.
Esmer, topluca. Evin içinde iki de çocuk, bir saman sarısı saçlı Asuman, öteki çok
küçük Cemalnur. Evin giriş katını Faruk abi muayenehane olarak kullanırdı.
Muayenehane demeyelim de orada hasta da bakıyordu. Ama ne bakma çoğundan
para almaz, parası olmayan hastalara tanıtım için gelen ilaçlardan uygun olanları
verirmiş.
Meşkûre Abla sanırım Sâmiha Anneyle konuşmuşlar, bana sen haftada bir gün bana
gel dedi. Çarşamba günleriydi herhalde ben de gittim. Biraz sohbet edildi, bir defter
verdi, bunu kopyala üstünde konuşalım dedi. Haftada bir geleceksin. Bazen diyordu
ki haftaya gelme diyordu. O gün sohbet günü oluyormuş. O sırada ortaokul
öğrencisiyim. Lisede hastalanınca bir sene gidemedim.
MD -O sohbetlerde ne yapıyordunuz?
SÖ – Şimdi oturuyorduk, ben tek başımaydım, bir defter veriyordu. Bunu kopya et
yaz ama tükenmezle değil. Mürekkepli dolma kalemle yazacaksın. Böylece dikkatli
yazarken daha çok akılda kalıyordu.
MD –Yazdığınız metinleri anlıyor muydunuz?
SÖ –Bazılarını anlar bazılarını anlamazdım. Meşkûre hanım anlamadıklarını ve aklına
gelen soruları işaretle üstünde konuşalım, diyordu. Bu çarşamba dersleri üç sene
falan devam etti. İkinci seneden itibaren Meşkûre abla umûmi sohbetlere beni de
götürmeye başladı.
MD -İlk seneden itîbaren bu sohbetleri anlayabiliyor muydunuz?
SÖ – Meşkûre ablayı çok güzel anlıyordum, gideyim diye bayılıyordum. Çünkü o
kadar neşeli, o kadar hafifleterek anlatıyor ki, misallerle anlatıyor böyle. Onu görmek
zaten benim içimi çok açıyordu. O arada çay içiyorduk. Yahut işte şurup şerbet bir
şey getiriyorlardı. O orada sohbet açıyordu. Konuşma arasında bana “Sevgiciğim
bir şey söyleyecek misin?” diyorlardı. Benim koltuğumun altında sohbet defteri
olurdu. Bazen evde yazarken kopya ederken aklıma gelen bir şey olursa oraya
işaretlerdim.
MD -Ne kadar sürüyordu sohbet, bir saat sürer miydi?
SÖ -Bir saate yakın sürüyordu. Tam tahmin edemiyorum. Bu durum bir sene falan
devam etti. Bir sene iki sene devam ettim. Çünkü bu defterler çoktu. 3-4 aydan
sonra umumî sohbetlere beni de çağırdı.
MD -O defterleri saklıyorsunuz,
SÖ -Saklıyorum, saklıyorum da işte bir kısmını sâyenizde bulabildim, bulamıyordum
çok ev taşıdığım için. Bu arada o zaman yavaş yavaş Sâmiha anneme de gidiyoruz.
Orada da büyükleri görüyoruz. Onlar da böyle her gelen başımı okşuyor. En küçük
benim çünkü okula da ara ara gidiyor muydum, gitmiyor muydum, tatil miydi
bilemiyorum. Çarşamba sohbetleri oluyordu, hanımlar sohbeti. Meşkûre abla dedi
ki, sen de geleceksin. Oraya gidiyorduk. Meşkûre ablanın sohbeti. Bu her zaman
bildiğimiz tarzda olurdu. Önce bir metin okuyor, açıklıyor, sonra bana dönüyordu.
Hadi bakalım Sevgiciğim şimdi de sen özetleyiver diyorlardı. Artık ben ne kadar
kafasını gözünü yarıyorsam anlatıyorum. Tabii yaşlılardan kimi ağlar, kimi bir şey
hediye eder. Ay maşallah derler, ama ben de ne utanırım, ne yapacağımı bilemem.
Sonra Meşkûre ablaya bakıyorum.
MD –Yani siz sohbet usûlünü, bunun mayasını o zaman aldınız.
SÖ -Bir keresinde şişman, hoş bir hanım, enine boyuna gösterişli, kolundan
bileziğini çıkardı bana verdi. Ben öyle kala kaldım, bileziğin üstünde değerli taşlar
var, belli kıymetli bir şey. Meşkûre Hanım bana işaret etti, al, dedi, mecburen aldım.
Bu hanım meşhur Şâkir Paşa’nın kızı Ayşe Hanım imiş. Bilezik bir zaman bende
kaldı ben de sonra onu genç bir hanıma verdim.
MD -1937 doğumlusunuz. 1950’de 13 yaşındasınız. Bahsettiğimiz konular
1954-55’te ise 17-18 yaşlarında sayılırsınız.
SÖ -Lise çağında gidemediğim oldu meselâ. Ayrıca yaz geldiği zaman ara
veriliyordu. Herkes yazlığına gidiyordu.
MD –Sohbetler kalabalık mıydı?
Azrail’i Kovmak
SÖ – Sanırım yirminin üstündeydi. Şu anda onlardan sağ kimse var mı? Pek yok
galiba. Çarşılı Hayriye hanım teyze vardı. Nuriye abla vardı, şimdi düşünüyorum,
Nedime hanım teyze vardı yaşlı olarak.
Nedime hanım teyze çok heyecanlı bir tipti, seneler seneler sonrası biz onu ziyarete
gittik Mehmet’le beraber. Evi Konak civarındaydı. Mehmet bak dedim, bir gör
dedim. Ziyâretimiz sırasında bir ara Nedime Hanım dedi ki. “Geçenlerde bir adam
geldi buraya, böyle böyle dedi. Kimsin sen dedim. Dedi: Ben Azrail’im, emaneti
almaya geldim. Çık dışarıya demiş, bende efendisinden başkasına emanet verecek
göz var mı? Çık dışarı dedim dedi. Döndü arkasını gitti” dedi. Şimdi Mehmet böyle
bakıyor, bütün tüyleri diken diken… O kadar güzel anlattı ki bunu gayet doğal.
“Bende efendisinden başkasına emaneti verecek göz var mı? Çık dışarı dedim!”
dedi. Ufacık tefecik çok tatlı bir hanımdı. Allah rahmet eylesin. O zamanki konak
ahâlisi bir küçük çocuk görsünler, bir iltifat ederler, ilgilenirler, bir şey ikram
ederlerdi.
Yassıada’da
MD –Başka neler hatırlarsınız?
SÖ -Biz Yassı Ada’ya falan da gittik. 1960 ihtilalinden sonra. Tevfik (İleri) abiyi
biliyoruz. Atıf Bey’i (Benderlioğlu) biliyoruz. Sonra ben tutturdum, anne biz Yassı
Ada’ya gideceğiz, diye. Mahkemeleri takip etmek üzere, izin alabilenler Adaya
gidiyordu. Gülen’in bir arkadaşı vardı, avukat, o bize Yassı Ada’ya Gidiş belgesi
buldu, annem yırtındı, gitmeyin, sizin çeneniz durmaz orada, hapis olursunuz diye.
Ama sonunda gittik. Vapurla gittik Filiz Gülen ve ben. Ama annem biz dönene kadar
patlamış bunların başına bir şey gelirse diye. Bizim kızın çenesi durmaz diye
düşünmüş.
MD -1955-1960 arasını düşünecek olursak sohbetlere devam ediyorsunuz. Sâmiha
Anneyle, ne kadar beraber oldunuz ve ne vesileyle görüşürdünüz?
SÖ- Sâmiha Anneyle çok beraber olduk o zamanlarda. 1963’te ben evlendim ve
Edirne’ye gittim. 60’a kadar da Sâmiha Anneye sıkı sık gidiyorduk. Böyle efendim
işte şöyle oldu, bunu anlatıyoruz. Ama sanırım daha şuuruna tam varamadık. Daha
çocukluktan yeni çıkıyoruz.
MD – Peki siz bu işin bilincine, idrakine ne zaman vardınız? Yani bu bir yoldur, bir
Efendi vardır, burası bir câmiadır, sorumluluklarımız var gibi… Böyle bir bilincin
sizde ne zaman oluşmaya başladığını tahmin edersiniz?
SÖ –O ta baştan beri var sayılır, eşik atladığımız andan itibaren bu yavaş yavaş
yavaş gelişti. Böyle pat diye olmadı ama buranın farklı olduğunu hissettik. Meselâ
Meşkûrere Abla gibi hareket etmeye çalışıyoruz. Bakıyoruz Behire ablayı, Nazlı
anneyi gördük. Nazlı annenin sohbetini dinliyoruz. Hepsi çok farklı insanlar. Konak
ehliyle, âilesiyle tanışmaya başladık. Haliyle onlardan etkileniyoruz.
MD –Nazlı Anne sohbet eder miydi?
SÖ –Ederdi, çok nadiren de olsa. Kendisi çok iyi bir öğretmen. Nazlı anne hemen
konağın karşısında oturuyorlardı zaten. Behire abla onun kızıydı. Sonra daha sonra,
ama bayağı bir sonra Aliye Anneyi tanıdık [Aliye Anne Kendilerinin kızı MD]. Aliye
annem çok kafa dengiydi. Aman Allah’ım ne kadar güldürürdü! Bir ara Aliye Anneyle
arkadaş gibi olduk yani o kadar. Bize toleranslı davrandı. Sonra ben evlenip
Edirne’ye gidince ilk misâfirim Aliye annem oldu, teşrif ettiler, iki gece bizde kaldılar.
Fahriye ablayla beraber geldiler. Aliye anneyle de arkadaş gibi konuşuruz Çok güzel
insandı. Diyorum ya işte Edirne’ye geldi. Merak etmiş. Bu kız ne yapıyor?
Babamın Minnet Duygusu
MD –Biraz geriye dönüp annenize dönelim; rûhen hazır olduğu için sizin yeni
durumumuzu hiç yadırgamadı değil mi?
SÖ -Hiç. Annem bize karışmıyor, kendileri dendi mi? Sâmiha Anne, Meşkûre Abla
dendi mi iş bitti, babam da aynı şekilde. Babam Sâmiha Anneyi gördü ama tanımak
deyince bilemiyorum. Babam gitmedi meselâ Sâmiha Anneye. Fakat annemin
vefatından sonra babam Şirin Evler’deydi orada oturuyordu o zaman. İlhan Ablayla
Sâmiha Anne babama başsağlığına gitmişler, düşünebiliyor musun? Hep ağlayarak
anlattı babam onu; yollar çamur, oralar o zaman gece kondu semtleri, çamurdan
dolayı ayaklarına poşetler geçirmişler, araba girmemiş evin olduğu yere. En ucuz
kira evini orada bulmuş. Bir de annem şeker hastası ayağı kesildi. Sonra bacağı
kesildi. Üç ameliyattan sonra annem vefat etti. Babam çok sarsıldı, gürültü
kaldırmıyordu başı. Orası çok tenha, açık hava, balkonlu. Yani başı curcuna
kaldırmıyordu. Emekli maaşıyla ancak burada sakin ev bulabilmiş.
MD –Babanız size tam güvendiği için çevrenizdeki insanları da tanıdıklarından
dolayı sizin tercihinizi benimsedi.
SÖ –Fatih’te iken Mehmet Dede bizim evi teşrif ederdi. Babamla da çok iyi
sohbetleri olurdu. Babam kendisini çok severdi.
Mehmet Dede
MD –Siz Mehmet Dede’yi nasıl tanıdınız? [Bu konuda bkz. Ergun Balcı, Mehmet
Dede, Kubbealtı neşriyatı]
SÖ – Ayşegüller Cağaloğlu’nda otururdu. Orayagittik, dediler işte Mehmet Dede
gelecek. Eski yazı öğreneceğiz, nasıl öğrenilecek? Hepimiz defterler aldık.
MD -Peki bunu Sâmiha Annemi kararlaştırdı acaba?
SÖ -Herhalde program Sâmiha Annem’de hazırlandı, fakat bize söyleyen Ayşegül
oldu.[Ayşegül, Aliye Anne’nin kızı MD] Ayşegül’e de bizi gönderen Sâmiha anne
oldu. Evet böylece Mehmet Dede’nin sohbetine girdik orada.
MD-Peki Mehmet Dede’nin sohbetini anlayabiliyor muydunuz?
SÖ -Anlardık. Ama neyi anlardık onu bilmiyorum şimdi. İlk gün gittik oturduk, biraz
sonra geldi diz çöktü, isminiz işte nerede oturuyorsunuz? Adın soyadın, hepimizin
isimlerini aldı, adreslerini aldı böyle sakin sakin bir deftere yazdı. Ama sen kimsin
demek aklımıza bile gelmiyor tabi. Kur’an’ı hem okuma hem yazmayı öğretiyor.
Harflerin tek tek, başta, ortada ve sonda yazılışlarını gösterdi. Ama son Kur’ana
geçeceğiz. 1960 ihtilali olunca bu iş yarım kaldı.
MD –Önceden Kur’an okumayı biliyor muydunuz?
SÖ -Ben ilkokuldayken eve gelen bir hanım Kuran-ı Kerim okuttu bana. Hatta hatim
bile indirmişim, farkında değiliz ama ne diyor o belli değil.
Sonra bir gün dedi ki Mehmet Dede bak üç çeşit evliyaullah vardır. Birinci evliya
dedi, Hak bilir, kendi bilmez halk bilmez. Bir tek hak bilir. İkinci çeşit evliya Hak bilir
kendi bilir, halk bilmez dedi. Senin baban işte o cinstendi dedi. Doğrusu babam
hakkında hiç öyle aklıma gelmezdi. Filiz de vardı. Babam da sahiden hakikaten çok
iyi bir insandı. Allah rahmet eylesin. Üçüncüsü kendi bilir, hak bilir halk da bilir.
Bizim eve çocuklar gelir, bizim oğlanların hepsi gelir. Başka evi olan yoktu bizden
başka. Bir tek Aysellerin evi vardı, o da çok uzakta oturuyordu. Sonra Aysel de bize
gelir, herkes gelir. Annem derdi ki kızım kimler geliyor? Şunlar, şunlar, şunlar, ee biz
evden çıkalım bari, biz burada kalabalık etmeyelim, abime giderlerdi annemle
babamlar, biz rahat oturalım diye
Muhabbet-Dostluk
Mehmet Dede çok güzel insandı. Ne güzel hep bizle oldular çok şükür. Meselâ bir
Vasfi [Tolun, Ayşegül ile evli MD] abi benim için çok önemlidir, İlhan Ablanın kardeşi.
Adamın bir tek pazar günü var. Çok da ağır bir işi var. Biz Vasfi Abiye derdimizi
anlatacağız. Soru soracağız diye pazar günü evine gideriz, iki tane çocuk, her
Allah’ın günü misafiri olur Ayşegül’ün. Cumartesi onlarda dersler var. Bir Pazar günü
adam dinlenecek değil mi düşünmeyiz. Saat 10 oldu. Tak tak kapıda biz geldik diye.
Ha bir kere de suratını ekşitse ya. Ooo hoş geldiniz çocuklar bekliyorduk zaten
falan diye bizi karşılar.
Sonra sonra işte Yusuf hocalar falan onlar Ertem’le evlendi. [Elif ve Emre Ömürlü bu
alinin evlâtları MD] Ertem çok çekti bizden zavallı. O kadar insana yemek yapar.
Böyle sepetler olur ya kapanır, aradan da bir oklava sokulur. Onun içinde çiğ
köftesinden işte bilmem nesine kadar hepsi dolar. Ya biz Kanlıca sefası yapacağız
Ertem’in sayesinde. Ondan sonra orada sohbet olur o sohbete doyamayız Herkes
konuşurdu Yusuf biraz zor konuşurdu konuştu mu da çok güzel konuşurdu. Hadi
derdik Muammer Dedeye gidelim gitmeden önce yalnız haber verilirdi. [Muammer
Dede, cezbesi galip, kendine has tarzda bendir çalan bir derviş insan MD]
Kanlıca’da otururdu, bir caminin müezziniydi. Sâmiha anne evlatları geliyor diye
bendir vurmaya başlarmış akşamdan. Giderdik, onunla sohbet eder çıkarız.
Kanlıca’da yoğurt yenir. Çok güzel bir gençliğimiz oldu.
MD –Siz Sâmiha anneyle tanıştıktan sonra o sizi Meşkûre hanıma gönderdi. 3-4
sene onun sohbetlerine devam ettiniz. Sohbet metinlerini yazdınız, onları
hazmetmeye çalıştınız, bu arada denk geldikçe Sâmiha anneye gittiniz.
SÖ -Meşkûre ablanın vakti belliydi. Şu gün şu saatte gideceğiz, çalışacağız. Sâmiha
Anneye gittiğimizde kapıyı çalıp tıklatıyorduk. Sabriye abla kapıyı açar, yüzüne
bakıyorduk Sâmiha anne müsaitse “Hoş geldiniz çocuklar girin” dediği zaman
girerdik. Bazen Suzan abla veya Hayriye abla açıyordu. Biz sessizce bir yerlerde
oturuyorduk, sonra çağırıyorlardı. O ara biz Sabriye ablayla sohbet ediyorduk. Orası
bizim evimiz gibiydi. Yani o kadar rahat gidebiliyorduk. Sâmiha Anneye, Nazlı
Anneye evimiz de çok yakındı.Filizlerin ve Gülenlerin evi de yakındı.
1960 İhtilâli / Hüseynîler-Yezîdîler
MD -1960 ihtilalinde bazı tedbirler alındı mı?
SÖ –Hiçbir tedbir alınmadı. Sadece Mehmet Dede ile Kur’an derslerine ara verildi.
Ekrem Amca’nın kapısının önünde güya bir şeyler satan sivil polis beklerdi. Tedbir
olarak şu söylenebilir: Sokakta hiç bunlardan bahsetmeyin. Konuşmayın, aranızda
konuşmayın. Evde kendi evlerinizde üstünde konuşun, çalışın. Çok kısa bir dönem
sohbetlere ara verildi.
İhtilal gecesi Dr. Faruk Sargut abiyi götürdüklerini duyduk, çok üzüldük. O zaman da
Cemalnur küçük, bademcik ameliyatı olmuştu. Eve 14 tane polis girmiş, Faruk
abilerin evine. O zaman Vatan caddesine taşınmışlardı. Ondan sonra ertesi sabahı
Filiz’le kalktık. Saat 9 buçuğa doğru Meşkûre ablalara gittik. Kapıyı Meşkûre abla
açtı. Her zamanki gibi çocuklar hoş geldiniz nasılsınız? Biz şaşırdık, üzüntü keder
bekliyoruz. Şaşkın gözlerle bakıyoruz. Dedi ki Meşkûre hanım: “Evlâdım sohbetleri
bugünler için okumadık mı? Niye böyle yapıyorsunuz? Hüseynîlerle Yezîdîler ayrıldı
işte bu kadar.” Aaa biz şimdi ne yapacağımızı şaşırdık. Gelin içeriye dedi. Efendim
sonra gelelim. Peki dediler. O günlerde o ev için taksitle mobilya falan almışlardı.
Hepsini geri göndermiş. Sonra tekrar Atikali’deki eve taşındılar. Yani Meşkûre
Hanım şu kadar şikâyet etmedi, nasıl bunlar geldi başımıza, şöyle oldu de böyle
oldu, demediler. Hiç ne Meşkûre abladan ne Cemalnur’dan şikâyet duymadık.
Zaten Cemalnur küçük, bademcik ameliyatı olmuş, tüberküloz geçirmiş.
O arada İlhan ablalarda toplantı olacak. Benim boğazım şişti, gidemedim. Oradan
çıkan böyle bize uğrardı. Çıkan çocukların hepsi bize gelir. Erhan geldi ne haber,
diye sordum. Dur dedi,gireyim içeri. Çok kötü olmuşlar, hepsi. Resmi bir yerde bir
toplantı varmış. O sırada radyoda Yassıada’da bazılarının bırakıldığı haberi
okunmuş. Cemalnur’a sormuşlar, küçücük o da o zaman. “Senin baban da çıksa
sevinir misin?” demişler. Cemalnur “Sevinirim ama herkesin babası da çıkmazsa
çok sevinemem” demiş. Çocuklar ağlayarak anlattılar bunu bize. Cemalnur küçücük
o zaman ve babaya acayip bir düşkünlüğü olan bir çocuk.
MD -Gelelim Edirne’ye,
SÖ –Ben 1963’evlendim ve evlenir evlenmez Edirne’ye gittik. Edirne çok güzeldi.
Edirne’nin insanı çok güzeldi. Edirne’nin havası çok güzeldir, hiç yalnız kalmadım.
Çok ziyâretçi geldi. Safiye Erol Hanım dersen o geldi. Bir hafta onunla Edirne’yi
dolaştık. Zaten kendisi Edirne’li, memleket orası. Bana Edirne’yi o tanıttı. Ben de
çok çekinirdim kendisinden. Safiye Hanım İstanbul’da bize, gençlere hiç yüz
vermezdi.
Derviş Gömleği Dikmek
MD –Edirne’ye gitmeden Safiye Erol ile, Nezihe Araz’la tanışır mıydınız?
SÖ –Nezihe Ablayla tanışırdık. Şöyle tanışırdık, o bize haftada bir gün “Derviş
gömleği” dikte ediyordu. Derviş gömleği nasıl dikilir, yani o edep haya ilim irfan onu
anlatırdı. Böylece gömleği dikiyoruz. Şimdi kumaşı aldık. Pazartesi günleri, Ondan
Orhan (Büyükaksoy) abilerde, Talia abla ikramlar yapar. Nezih abla bunları anlatır.
Ondan sonra böyle böyle bir şeyimiz vardı kalabalık. Kalabalık dedim ya, 10, 12 13
kişi anca işte kimler? Erhan, Zeki Dinçer. Dinçer bazen onu alır, bazen olamaz, ben
Gülen, o bazen olur olamaz, Filiz, Aysel Bayram, Özcan. Grup her zamanki grup, o
grup tamamen giderdik oraya. 1960’larda sonra da biraz daha devam etti. Hasan
Paşa Fırını’na giderdik o zaman.
MD -Safiye Erol’la hiç münasebetiniz oldu mu?
SÖ –İstanbul’dayken Safiye Hanım Sâmiha Annemlere geldiğinde biz de oradaysak
böyle bakar, bizlere merhaba gençler der giderdi. Fazla münasebetimiz olmadı. Çok
aristokratlar, çok çok. Çünkü hep dermiş ki, kendisi söyledi: “Ben de Sâmiha’ya
kızardım, bu çoluk çocukla ne vakit kaybediyorsun” diyor. Edirne’de Safiye Erol
Hanımla neler yaptık, Allah çarşı işlerine mi gitmedik, yemekler mi yemedik?
MD –Bunu kendi mi anlatıyor, yani çoluk çocukla ne iş yapıyor diye mi düşünürmüş.
SÖ –Evet kendisi anlattı. “Ne iyi yapıyormuş, meğerse” diyor. Bana Edirne’yi Safiye
Erol Hanım gezdirdi. Edirne’yi geziyoruz, baktık ki kiraz topluyorlar, kiraz bahçeleri
var, orada kiraz toplayıp yedik. Edirne’ye gelince Kervan Otel’e indi. Sâmiha annem
ona “çocukları bul” demiş biz kasdederek. Uğur’a da telefon etmiş. Uğur geldi dedi
ki Safiye Erol Hanım gelmiş onu bulacağız. Eyvah dedim bize hiç yüz vermezdi o
dedim. Uğur zaten okulda, neyse gittik, aman ne gezdik ne gezdik. Nesrin vardı
bizim Allah selamet versin Edirne’li. Onu da yakaladık Allah nereleri gezdirdi, bizi ne
kadar güldürdü.
Edirne’nin Câmileri
Şimdi bir şey oluyor. Safiye Erol, bak diyor bu Eski Câmi benim babam. Edirne Eski
Câmi babama benzer, babam da diyor böyle süssüz şatafatsız fakat çok güven
veren biriydi. Üç Şerefeli Câmi annem diyor; câmide dört minâre var ama hepsinin
şerefeleri farklı. Annemin de günü gününe uymazdı diyor. Çok güzeldi ama diyor.
Biri birine benzemez hiçbir şey. Ama diyor Selimiye efendim diyor; dördü de
muhteşem minâreler. İşte efendimin de her tarafı muhteşem, oradan bakıyorsun
böyle buradan bakıyorsun ayrı ihtişam… Edirne’yi Safiye Hanım bize böyle gezdirdi.
Nurlarda yatsın.
Şu nasihatini unutmam: Sen kendine vakit ayır dedi. Ben böyle yapmadığım için
çok üzgünüm. Ben kendime çok geç vakit ayırdım. Yaz, kendine vakit ayır.” Fakat
ben hala bu öğüde uyamadım. Güzel geçti o bir hafta. Kiraz bahçelerine gittik,
resimlerimiz vardır. Kiraz yerken ağacın dalları böyle kirazlar şuradan sallanıyor.
Buradan koparıp yiyorsun ama nasıl güzeldir Edirneliler de çok candandır. Safiye
Hanım bir hafta otelde kaldı. Rahat ediyorum orada dedi. Sonra eve de geldik, çay
içtik bak dedi, sen benim yaptığım hatayı yapıyorsun dedi. Sen tâbii oluyorsun dedi.
Sen zamanını belirle dedi. Şimdi kızlar hep orada ya bir tek evi açık, evli olan benim.
Sen onlara diyeceksin ki dedi: “Meselâ pazartesi günü öğleden sonra çok müsâitim.
Çocuklar gelin yiyelim içelim.” Ben onu hiç yapamıyorum. Sen otur yaz dedi,
yazdıklarını oku dedi. Okuduklarını tashih et. Kendini tenkit et dedi. Kimseyi taklit
etme, sen Sâmiha Anne değilsin, Nezihe de değilsin, ben de değilsin dedi.
Gene Edirne
MD –Şimdiye kadar İstanbul ve Edirne bölümünü özetledik, bugün İzmir’den
başlayalım. Yani İzmir’e niye geldiniz, nasıl geldiniz? Onu kısaca özetledikten sonra.
Türk Kültür ve Sanat Derneği’ni kurma işi nasıl oldu? Bu konuya gelelim.
SÖ –İlk gurbetim benim Edirne oldu evlendim Edirne’ye gittim. Allah rahmet eylesin
Uğurla, (Yüksel) çok sevdim Edirne’yi, çok değişik bir şehir. Üç grup insan vardı;
Yunanistan’dan gelenler, eski Yugoslavya’dan gelenler bir de yerli ahali vardı. Hepsi
de güzel insanlardı, Edirne’yi sevdim. Fakat İstanbul bir başkaydı, her gün Sâmiha
Anneyi görüyoruz. Evlenip pat diye Edirne’ye gidince böyle sudan çıkmış balığa
döndüm. Ama insanlarıyla anlaştım. Çok sevdim, hiç memur oturmamış bir semtte
oturduk. Onlar da beni hiç yadırgamadılar. Allah razı olsun, bir şey yapıyorum
meselâ halı silkeliyorum, hemen kızanım sen yapamazsın onu deyip yardım etmek
isterler. Yâhu niye yapamayım. Bana bakış açıları çok naif. Sonunda onlara anlaştık.
Edirne’de bayağı bir kaldık. Hatta bir bakkalın oğlu vardı. Küçük 5 yaşında beni çok
severdi, Ahmet. Bir gün, bak sana ne yaptım, dedi. Bir baktım bir kavanozun içinde
ateş böceklerini doldurmuş, kapağını kapatmış, getirmiş bana hediye ediyor çocuk.
Yani insanları da öyleydi. Onlar için çok kıymetli olan bir şeyi vermeyi seviyorlardı.
Meselâ ev sahibi teyzem Yunanistan’dan gelmiş gelinlik yorganı var, mor üstüne
sırma işlemeli, onu bana verdi.
Misâfir olarak bir gün Ekrem amcalar geldiler evde kalmadılar otelde kaldılar ama
ziyâret ettiler. Ondan sonra Safiye hanımı misafir ettik, o da otelde kaldı ama bize
Edirne’yi o gezdirdi. En güzel tarafı oydu Edirne’nin. Efendim Aliye anne çok merak
etmişler. Ben evlenip gidince ne oldu bu kız ne yaptı o kız orda diye. Bir gün bir
fayton durdu. Kapıdan bir baktık Fahriye ablayla Aliye annem iniyorlar. 2-3 gün
kaldılar zannediyorum, gene biraz gezdirdik, epey sohbet ettik ve bana çok moral
oldu.
Yâni hiçbir zaman yaşça ve makamca çok üstün olan insanlar bizi çocuk yerine
koymadılar. Şu yaşa kadar da böyle sürdü. Aliye anne büyük insan gibi karşılardı
bizi. Sâmiha Annem büyük insan gibi karşılardı. İstanbul’da o zaman herkese rahat
soru sorabilirdik. Öğrenmek istediğimiz şeyleri çekinmeden sorardık. Fatih’teki
Millet Kütüphanesinin müdürü o zaman Kâzım Bey (Büyükaksoy) amca imiş. Ama
biz onu bilmiyorduk. Giderdik meselâ kitap bakacağız işte hemen kaydoluruz.
Kâzım amca bize iltifat eder, bizi severdi. Ellerinden gelen kolaylığı büyüklerimizden
gördük, inşallah bundan sonrakilerde öyle olur ve rahat soru sorar. Yâni bu da
sorulur mu demezdik. Bazen Suzan’a söylerdim. Suzan abla bunu soralım mı
Sâmiha Anneye diye .
Damat Değil Evlât
MD -Artık İzmir’e gelelim mi?.
SÖ -İzmir’e gelelim, İzmir’de en güzel tarafı Sevim (Aksöyek) vardı, Muallâ
(Yücetürk) vardı. İzmir’e evlilik sebebiyle geldim, Mehmet (Özküzne) ile evlendim
onun için geldim. Mehmet’e benden bahsetmişler, Mehmet geldi, tanıştık, anlaştık,
karar verdik. Epey bir oldu. Yetmişlerde 1970, 71 zannediyorum. Hayatımın en güzel
zamanları burada geçti. Mehmet’le iyi anlaştık. Sâmiha Annem de çok evlenmemi
arzu etmişler. Ben kendilerine söyledim, efendim böyle böyle. Gelsin bakalım
dediler. Ondan sonra Mehmet’e dedim ki, böyle böyle Sâmiha Annemiz var, ona
gider miyiz? Ondan önce Ankara’da Tülin’le Özcan’la tanıştırdım, bak biz buyuz,
dedim. Geldi, ay bayıldım, dedi. Hem Özcan’dan hem Tülin’den hoşlandı. Tülin bir
sofra hazırlamış muhteşem. Tülin çok güzel yemek yapar ve çok zevkli yapar.
Mehmet Bey’i önce onlarla tanıştırdım. Geldi Ankara Palasta kaldı. Tülin’in sofrasını
her yerde görmek mümkün değil. Özcan’ın da havası iyiydi. Önce korkuyordum,
suratsızlığı tutar mı diye, ama çok iyi davrandı çok güzel anlaştılar.
Sâmiha Anneme gittik, evde o sırada Suzan ablacım vardı. Bir baktım ki oo bir
koyulmuşlar konuşmaya. Sâmiha Annemle Mehmet konuşuyordu, Suzan abla dedi
ki “Efendim dedi, damatlar da seviliyor değil mi?” bunun üzerine Sâmiha Anne.
“Damat değil, evlât!” buyurdular. Ben orada tamam dedim, bu iş bitmiştir. Mehmet
de çok memnun, mutlu; böyle ağzı kulaklarında, Allah rahmet eylesin. Evlendik,
böylece İzmir hayatım başladı. İzmir’de hiç sıkılmadım. Zaten çoğunuzu tanıyorum,
çoğunu tanıyorum. Mehmet de hiç sıkmadı.
İzmir’in insanını sevdim. Mehmet çok iyi bir insandı Ablası doktordu. Ama İslam’ı
bilmiyorlardı. Yani edep erkân var ama bir din duyarlılığı almamışlar. Annesi
dünyanın en iyi insanıydı, su kadarcık bir şey verirsin, yüz kere teşekkür eder, nurda
yatsın. Abisi Nazım abi karısı Almandı, Müslüman oldu, sonra geldi bir gün bana
elinde bir şey; Sevgi bak. Ben ne yaptım ben bak bak ben ne yaptım? Benim isim
başka. Gitmiş, müftülüğe Müslüman olmuş, nüfus kâğıdını değiştirmiş. Allah
selâmet versin, yani güzel bir âileyle beraber olduk. İzmir hayatım güzel.
Derneğin Kuruluşu
MD-Dernek konusuna gelelim mi?
SÖ -Ben Ankara’dan kaldığım zamanlar dernekçiliğim oldu. Türk Kadınları Kültür
Derneği’nde çalıştım. Yani Sâmiha annem bize hep söylerdi: “Yaptığınız işler etrafa
yansısın, bildikleriniz, öğrendikleriniz sizde kalmasın; apartmanınızda, oturduğunuz
evde komşularınızla da konuşun” falan diye. Ankara’da da o zaman Türk Ev
Kadınları Derneği var. Sonra adı değişti Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD)
oldu. Sabahat Abla başkan, oraya girmemi istediler. Uğur başta istemediyse de
gidip baktım. O gün seçim oldu. Ben yönetim kuruluna seçildim. Yönetim kurulu
üyesi olarak eve döndüm. Dedim ki bak Uğur kusura bakma böyle böyle. Çünkü
Sâmiha annem de böyle istiyorlardı, seslenmedi. Sabahat ablayla iyi uyum sağladık,
güzel çalıştık. Sonra Mehmet’le evlenme işi çıkınca İzmir’e gelmem gerekti. İzmir’e
geldim.
MD -Derneği bir kuralım artık.
SÖ –Buraya geldim, geldim ama İzmir’de ben rahat duramıyorum. Kabul günlerine
gidemiyorum. Sohbetler de o zaman pek yok, sadece gece sohbetleri var. Bir
akşam Mehmet de geldi. Bir baktım sıkılacak bir daha söylemedim, ondan sonra.
İşte ne yapalım ne yapalım, Muallâ(Yücetürk) ile çok iyi anlaştık. Sonra Sevim’le
(Aksöyek) çok iyi anlaştık. Biz niye dernek kurmuyoruz? Ankara’daki derneğin
şubesi olalım. Biz burayı açalım dedik. Sabahat Abladan rica ettik, “şube açmak
istiyoruz, bize yetki belgesi gönderir misiniz?” Biraz işi yokuşa sürdü Sabahat abla,
bize yetki belgesi göndermedi. Göndermeyince ben Sâmiha Anneme durumu arz
ettim. “Siz neden müstakil bir dernek açmayı düşünmüyorsunuz?” dedi?
Sevim, Muallâ, ben biri daha vardı. O zaman İzmir valisi Kutlu Aktaş Beydi Allah razı
olsun, çok da güzel bir insanmış, ona gittik, anlattık dedik, biz böyle böyle bir
dernek kurmak istiyoruz. Bize nasıl yardımcı olabilirsiniz yâni?
MD –Yâni bu iş için vâliye gittiniz öyle mi, bildiğime göre buna gerek yoktu.
SÖ -Vâliye gitmek aklımıza geldi. Gittik, randevu istedik. Verdi, gittik. Sevim ben,
Muallâ yoktu, biri daha vardı onu şimdi hatırlayamadım. Çok iyi karşıladı, İzmir’in
her mânâsa ciddi çalışacak derneğe ihtiyacı var, var ama buradaki derneklerin hepsi
şube yâni müstakil dernek yok. Bilmem ne derneğinin şubesi, bilmem ne derneğinin
şubesi; sizinki bağımsız, iyi olur” dedi. Sonra hanımıyla tanıştık Tülay Aktaş’la. Allah
rahmet eylesin nurda yatsın. Tülay Hanım çok destek oldu bize, derneğe geldi çok
rahatsızdı, Allah razı olsun.
Böylece biz derneği kurduk. Para lâzım ilk parayı İlhan abla gönderdi. Peşinden İnci
gönderdi. Yer bulmakta zorlandık. Dernek deyince insanlar farklı şeyler anlıyor, bize
yer vermediler. Paramız yetmedi. Bin bir sıkıntıyla şimdiki dairemize girdik. Adımız
başta Kültür ve Sanat Derneği idi. “Türk” sıfatını her derneğe vermiyorlar. Yıllar
içinde yaptığımız faaliyetleri belgeleyerek, sonunda Bakanlar Kurulu’ndan aldığımız
yetkiyle “Türk Kültür ve Sanat Derneği” adımız tescillendi. Ayrıca kamu yararına
hizmet eden dernek olarak vergiden de muaf olduk.
Dernek faaliyetlerimiz başladı. Sâmiha Annemize arz ediyoruz, arada bir gidiyoruz,
anlatıyoruz. Şöyle yapsanız nasıl olur diyorlar. Hatta İzmir’e Rauf Denktaş gelmişti
dedik ki onu yemeğe çağıralım acaba kaldırabilir miyiz? Rauf Denktaş’a yemeğe
çağıralım, üniversitenin yemekhanesine çağıracağız. Fakat o sırada ortalık karıştı.
Denktaş o gün döndü.
MD -Derneği kurarken asıl amacınız neydi, ne yapmayı düşünüyordunuz?
SÖ -Niyetimiz doğrudan doğruya Sâmiha Annemin fikirlerini yaymak, kitaplarını
tanıtmak, iyi bir Müslüman-Türk olmanın şuur ve gururunu yaymak… bizim idealimiz
buydu, şimdi ki binayı kiraladık. Ancak kirasını zor ödüyorduk oranın. Ev sahibi
bizleri tanıdı, beğendi, orayı satın almaya karar verdik. Allah razı olsun tamam dedi.
Epeyce de bir fiyat kırdı. Hemen İlhan abladan para geldi. İnci’den para geldi.
Anında bir hafta içinde para toplandı ve borcu ödendi. Herkes katkıda bulundu.
Nazik hocadan bile geldi.
Derneğin Faâliyetleri
MD –Ne gibi faâliyetler gösterdiniz?
SÖ –Milli Eğitimle, Halk Eğitimle, Valilikle görüşerek İzmir’e çeşitli yerlerden
gelenlerin şehre entegrasyonu projesini gerçekleştirdik. Semt çalışmaları yaptık.
Yapıcıoğlu, semtini ev ev dolaştık, Sevim’le beraber randevu alıyorduk, gidiyorduk.
Önce sizde kimsiniz diyorlardı. Onlara anlattık, çoğu Türkçe konuşamıyorlardı.
İlkokullara girdik. Evvela Milli eğitimden izin aldık, okul çalışması yapabilir diye. Ne
bileyim sınıflara giriyorduk. Sonra onları çağırdık. Çocukları sınıf sınıf çağırdık
derneğe geldiler. Türk Kültür ve Sanat Derneği’ne misafir olmak hoşlarına gitti. 20
kişi 25 kişi derneğe geliyor. Biz onları ikram yapıyoruz, işte hediyeler, kalemler,
kalemtıraşlar veriyoruz. Onlarda şiir okuyor. Öğretmenlerle bir çalışmamız oldu. Ama
tabii bu arada evde beyler çok kızıyorlardı. Mustafa Beyle Orhan başta olmak üzere.
Eve geliyorlar hanımlar yok. Önceleri biraz sızlandılar.
MD -Bunun dışında şöyle kalem kalem saysak neler yaptınız?
SÖ -Okur yazar kursu, yetişkinler için okur yazar kursları açtık. Göçle gelenlerin
çoğunun hanımlarının okuması yazması yoktu. İl milli eğitimden izin alıyorsunuz,
sınıf ve hoca veriyorlar, öğretmen veriyorlar, çoğu Türkçe bilmiyor. Yani Türkçeleri
bozuk bir kısmının. Ramazan programları yaptık okullarda. Dediler ki yâni millete
oruç tutturmak mı istiyorsunuz. Hayır, biz oruç tutturmak istemiyoruz. İşimiz sadece
kültür.
MD -Okullarda ne yaptınız?
SÖ -Çocuklar ve çocuk iftarları dernekte yapıldı veya otellerde.
MD -Okullardaki çocuklara nasıl ulaştınız?
SÖ -Bizim sınıflara girmemize izin verdiler. Meselâ matematikten zayıf olanlara hoca
bulduk. İşte bize sınıf tayin ediyorlardı, biz de bir öğretmen gönderiyorduk. Nuran’ın
falan çok faydası oldu o aralarda, Allah rahmet etsin. Yani mümkün olabilecek her
şeyi yapmaya gayret ettik. Bayramlarda meselâ yerli malları haftasını yaptık. Yerli
mallar haftası burada pek yapmıyorlarmış. Onları bu o kadar mutlu etmişti ki. Evet,
o kadar çok makbule geçti ki o. İşte en iyi yapan okulun da iki sınıfını derneğe dâvet
edeceğiz dendi. O zaman Sevim falan fırtına gibi çalışıyorlardı. Allah razı olsun.
Duyuldu yâni. Ondan sonra bizi vâlilikteki dernekler listesine aldılar, bütün
faaliyetlerimiz protokole geçti.
MD -Burs vermeye ilk yıllardan itibaren başladınız mı?
SÖ –Başladık. Önce 10 kişiyle falan başladık. Sonra azami yirmi oldu.
MD –Burs alan öğrencilerden hoş geri dönüş hikâyeleri var, anlatır mısınız?
SÖ -İyi dönüşler oldu. Şükrü Türkan meselâ fabrika müdürü oldu. Şimdi isimlerini
hatırlamıyorum, bizden burs alıp da daha sonra burs yardımı yapanlar çıktı. Meselâ
bir Kürt oğlan vardı. Kendisiyle ilişkimiz devam etti, bana “anne” derdi. Sonra
öğretmen oldu, ben evleneceğim dedi. Annesini getirdi, annesi Türkçe konuşamıyor.
Çok hoş bir hanımı var, kızı oldu. Bir bursiyerimizKaradeniz’de bir yerde doçent
oldu, ilişkimiz sürüyor. Şükrü Türkan evet çok kibar, zarif, yakışıklı bir çocuktu.
MD –Nasıl seçiyordunuz burs verilecek çocukları?
SÖ –Öğretmen olan birkaç arkadaşımız, meselâ Muâlla, mülakat yapardı. Şart
olarak sene kaybetmemek vardı, sene kaybetmeyeceksin ikmale kalabilirsin ama
sene kaybetmeyeceksin. Üniversite’de ise hocalardan tavsiye aldık, meselâ Ünal
Şenel vâsıta olurdu. Burs alanlardan bazıları eve de geldiler.
MD -Hem Üniversite hem lise öğrencisine burs verdiniz.
SÖ –Önce liseden başladık, daha sonra üniversiteye de geçtik. Başlangıçta
üniversite muhitini tanımıyorduk. Bazı burslu öğrencilerimiz üniversiteye devam etti.
Üniversite burs verdiğimiz bir tane şehit çocuğu vardı zannediyorum.
MD –Vaktiyle burs verdiğiniz öğrencilerden sonra hayata atılıp muvaffak olan ve
derneğe burs katkısı olanları duymuştum. Onlardan hatırladıklarınız var mı?
SG – Evet, Şükrü var burs vermeye başlayan. Emrah’ın bir talebesi vardı. Ne kadar
devam etti bilmiyorum. Kızlar çok kızlar. Kızlarla daha rahat anlaşılıyor. Aslında ben
erkek çocuklarıyla daha rahat anlaşırım. Ama bu meselelerde kızlar çok önde gitti.
Feride, Ferdane vardı, bende mektupları da vardır. Hatta onları hatırlayamadım, ben
sizleri tanıyorum, dedi. Yani Mehmet hiç bir şey yok olmuyor, bir yerden çıkıyor,
eğer müsâitse ekilen tohum bir çatlak buluyor oradan yeşeriyor. Ama niyeti yoksa
olmayacaksa olmuyor.
MD -Geleneksel hâle gelen çocuk iftarları oldukça verimli ve bereketli geçerdi değil
mi?
SÖ –Evet, başkaları da bize imrenirdi. Hazırlığı uzun sürerdi çocuk iftarlarının.
Meselâ iftar keseleri yapıyorduk, içine harçlıklar konuyordu. Küçük yazılar
yazılıyordu, konuyordu Sevim’in (Aksöyek) gayreti çok güzeldi. Zaman içinde bu
çocuk iftarlarının mahiyeti biraz değişti. Ama öz aynıydı. Maksadımız Sâmiha
Annenin geleneğini devam ettirmektir. Farklı oldu. Biz daha çok kendilerinin yolunu
devam ettirmek istiyorduk.
MD – Bu derneği niçin kurdunuz diye sorunca şuna benzer bir cümle kurdunuz:
Sâmiha Annemizi, onun fikirlerini, eserlerini tanıtalım, yaşatalım dediniz.
SÖ –Doğru. Tabi bu işi, göze sokarcasına kaba saba bir şekilde yapamazdık. Bazen
küçük küçük şeylerle başladık. Meselâ Yusufcuk kitabı genç kızlara çok tesir etti.
Kısa kısa yazılar onlar biliyorsunuz. Onların anneleri hakkında, mahalleleri hakkında,
hayat tarzları hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştık. Faaliyet için seçtiğimiz mahalle
halkının çoğu dışarıdan gelmiş, Türkçeleri çok bozuktu. Bu insanlar evvela bizi
sevdiler. Yani mühim olan onlarla dostluk kurabilmekti. Bunu başardık sayılır. Ben
onları çok seviyordum. Hakikaten Sevim de seviyordu. Bazen bana diyor ki “Aman
sen de önüne geleni seversin.” Belki benim çocuğum da olmadığı için herhalde
daha çok alâka gösterdim. Mehmet’ten de (Eşi Mehmet Bey) Allah razı olsun bize
destek oldu, çok açtı önümüzü, yani o da onlarla şaka yapıyordu, takılıyordu.
Gelenler olursa hadi ben gideyim siz rahat konuşun falan diye dışarı çıkardı. O
insanlar kendilerini misafir gibi hissetmediler.
MD –Yani evinize de geliyorlardı öyle mi
SÖ -Tabii tabii. Onları çaya çağırdık. Yolunuz düşerse uğrayın çocuklar dedik.
Zaman zaman gelenler oldu.
MD –Derneğin kuruluşundan itibaren sizi üzen, hayal kırıklığına uğratan tavır ve
davranışlarla karşılaştığınız oldu mu?
SÖ -Hiç karşılaşmadım. Neden? Çünkü ben bir şey beklemiyordum ki hayal
kırıklığına uğrayayım. Ama umduğumdan daha çoğunu buldum. Meselâ Fevzi bir
kürt çocuğu, annesinin hiç Türkçesi de yok. Bu çocuk nasıl olacak acaba? Endişe
ederdim. Çok çalışan fakat bazı kompleksleri olan bir çocuktu. Mehmet (Özküzne)
çok sevdi onu, ya bu çocuk çok iyi bir çocuk, derdi. Başarılı bir öğretmen oldu,
evlendi, çocuğu oldu, alâkasını devam ettirdi.
MD –Ben hayal kırıklığı derken bursiyerleri kastetmedim. Genel anlamda sordum,
meselâ büyüklerle alâkalı falan.
SÖ –Büyüklerle alâkalı şöyle bir hayal kırıklığım oldu. Bir gün Orhan (Yücetürk) dedi
ki: Ya bacım, sen Ankara’dan İzmir’e niye kalkıp geldin; bizim kafamızı karıştırdın,
dernek mernek derken düzenimizi bozdun. Muallâ ne güzel evinde oturuyordu.” Aşk
olsun Orhan, dedim. Ama şu var Orhan’ın sitemi dilindeydi, kalbinin çok temiz
olduğunu bilirim. Onun sözleri bana dokunmaz. Aslında kardeşlerimin hiçbir şeyi
bana dokunmaz.
MD –Bu arada epeyce kültürel faâliyetler de yaptınız
SÖ –Çok güzel faâliyetlerimiz oldu. Bu konuda herkes canla başla çalıştı.
MD –Dernek kurulalı 35 sene oldu değil mi
SÖ –Evet 1990’da kurulduğumuza göre 35 sene olmuş.
MD –Şimdi ki durumdan memnun musunuz?
SÖ –Memnunun, hele şimdi çok memnunum. Sebebi şu: Funda’nın (Şimdiki başkan
Funda Büyükhan) fikr-i takibi çok güzel. (Fikr-i takip: Bir şeyi tâkip etme, peşini
bırakmama. Bkz. Kubbealtı Lügati) Kendisine tek itirazım fazla mütevâzi olması,
bunu kendisine de söyledim. Kocası Ahmet Bey de onu destekliyor, Allah razı olsun.
Mehmet (Özküzne) Bey de beni desteklemişti. Onun desteği olmasa ben başarılı
olamazdım. Ben memnunum yani şu andaki gidişattan memnunum.
MD –Derneğin faaliyetleri ve geleceğin hakkında ne gibi beklentileriniz var?
SÖ –Gelişerek devam etmesi temennimdir. Bu arada semt ziyâretleri olsa diye
düşünüyorum. Meselâ gecekondu semti çalışmaları faydalı oluyor. Oralara dernek
olarak ziyârete gidilse, kalabalık değil. 3 kişi 5 kişi gibi. İki grup halinde gidilebilir, o
insanların neye ihtiyacı var, ne bekliyorlar, özellikle hanımlar ne yapıyor, günlerini
nasıl geçiriyorlar? Halı mı dokuyorlar, kilim mi dokuyorlar. Yoksa oturup dedikodu
mu ediyorlar. Hanımlar çok önemli. Oturup kabul günleriyle yetinmesinler. Onu da
yapsınlar ama bu arada biraz da ülkelerini düşünseler. Öyle ya bir vatanın var, dilin
var, dinin var. O semtlerde de farkındalık yaratılabilir. Nasıl yapılır onu bilemiyorum
ama bir şeyler yapmak lâzım.
MD -Oralara elini kolunu sallayarak gidilemez bir program dâhilinde olur değil mi?
SÖ –Tabii, biz bunu Yapıcığlu semtinde yaptık, çok faydalı oldu.
MD -İzin alarak gittiniz değil mi
SÖ -Tabii canım. Zaten faâliyet raporumuzu önceden ilgili yerlere veriyoruz.
Kermes Çalışmaları
MD –Kermes faâliyetlerini konuşmadık, baştan îtibaren anlatsanız.
SÖ -Kermes dediğimiz zaman başlarda bizim anladığımız evde değersiz zannedilip
bir köşeye atılanları yâhut kaliteli bir kumaş oluyor meselâ, manto, palto biraz
yıpranmış, meselâ hanım giyemiyor artık; ondan nasıl istifâde edebilir? Yâni mevcut
olanı değerlendirmekti. Kermesten anladığımız mânâ buydu. Dışarıdan parayla
malzeme almak değildi. Bu iyi anlaşıldı. Yaptıkları pek fazla bir şey de yoktu. Böyle
başladık. Meselâ Sâmiha annem eskiyen mantosunun yakasındaki kürkü
göndermişlerdi. Bizimkiler ondan ne yaptılar? Düzgünce kesildi, meselâ çantanın
üstüne monte edildi, böylece şık şeyler ortaya çıktı.
O zaman dernekte Muallâ çok zevkliydi ve çok sâkindi, iyi çalışırdı. Kimseyi hiç
ürkütmeden işin mâhiyetini söylüyordu. Ben kermes işlerini ondan ricâ etmiştim.
Çünkü ben bir şeyler ters giderse sinirleniveriyorum. “Muallâ ne olur kermesle siz
ilgilenir misiniz” diye ricâ ettim. Baş üstüne deyip kabul etti. Derneğin arkadaki
odası bir atölye haline geldi. Muallâ, hanımları topluyordu. Onlarla çok yumuşak
güzel konuşuyordu. Böyle emir verir gibi değil, akıl alır gibi sorular soruyor, üslûbu
çok güzeldi.
Orada neler yapıldı meselâ eski perdelerden pazar fileleri yapıldı. Sâmiha Anneciğim
her kadının çantasında olması gereken şeyleri sayarken bir de pazar filesi sayarlardı.
Perde parçasının etrafına şöyle yuvarlak kılıflar yaptık. Bunun içine giriyordu file.
Çantada çok yer işgal etmez. Alışveriş yapınca onu çıkarıp koyuyorsun. [O
zamanlarda naylon poşetler şimdiki gibi yaygın değildi. MD] Daha sonra kumaşlar
gelmeye başladı. O kumaşlar değerlendirildi. Kubbealtı’na pek fazla malzeme
göndermedik ama onlardan yardım aldık. Yâni kitap, meselâ bazı kitaplarda biraz
daha tenzilatlı gönderiyorlardı. Aradaki fark derneğe kalıyordu. Derneğin gündelik
masrafları kermesten karşılandı diyebilirim. Kermes işlerinde Muallâ’nın hizmetlerini
unutamam. Hala buradalar gibi konuşuyorum. Sevim Hanım’ın vefatı çok büyük
kayıp oldu. Kendisiyle % 98 anlaşırdık, böylece iyi işler çıkardı. Muallâlar bazen
küçük çaplı kermesler yaptılar. Küçük havlular, mutfak malzemeleri gibi şeyler
satıldı.
Kitaplar
MD -Kitap satışları hakkında ne dersiniz?
SÖ -Bizim şansımız oydu, meselâ Sâmiha Annenin bir kitabı çıktı anında satılıyordu.
Şimdi zaten olanların yeni baskıları geliyor, üçüncü baskıları geliyor. Herkes evine
kitap almaya meraklıydı. Şimdiki gençler o kadar kitap almıyorlar. Biz bu
İstanbul’dan gelmiş diye alıyorduk sonra okuyorduk. Meselâ Alev Alatlı kitapları
çıktı, aldık. İyi ki de almışız, onun kadar güzel anlatan da yok. Eskisi kadar kitap
alınmıyor. Biz mutlaka 3 tane kitap birden alırdık, bir çorap eksik alırdık o kadar,
fazla kitabımızı olmayana verirdik, tavsiye ederdik.
MD – O günlerdeki heyecan azaldı gibi görünüyor. Şimdi bu eksiklik nasıl telâfi
edilebilir?
SÖ -Şimdi şu anda çok şükür dernek emeklemekten kurtuldu, yürüyor artık, ama
onu koşturmak lazım. Onu nasıl koşturabiliriz diye bir toplantı yapıp görüşülebilir.
Bunu zaman zaman yaptık. Bakarsınız güzel fikirler çıkar.
MD –Derneğimiz oturdu, yoluna girdi. Derneğimizin adına uygun şekilde Türk kültür
ve sanatını geliştirici yönde neler yapılabilir diye sesli düşünüyoruz. Şunu da
sorayım: Siz dernek içinde bir de kütüphane kurdunuz, nasıl oldu bu, epeyce kitap
da var. Onun bir hikâyesini anlatsanıza.
SÖ -Nasıl kurduk? Herkese söyledik. Herkes kitap getirdi. İyi anlatınca insanlar
getiriyor. Meselâ Alev Alatlı ben çok severim kendisini, hiç tanımıyorum fakat o
kadar zevkli okurum ki böyle gözümün önünde o tablola canlanır. Hanidir de
okumadım, gene alıp okumak isterim. Bir yerde bahsedince kitabını hevesleniyor
gençler ay ben de okuyayım Sevgi abla diyor.
MD – Evet aslında sizin sohbetlerinizi çok faydası oluyor. Dinleyenler yeni kitaplara
heves ediyor. Dernek Kütüphanesi nasıl kuruldu onu konuşuyorduk. Anlaşılan
bağışlarla oluşmuş. Kitapların hepsine numara vermişsiniz. Bunlar sistematik mi
değil mi?
SÖ – Kitaplar geldikçe hemen numara yazıldı, onu da Sevim Hanım yaptı.
Numaralamada bir özel usul yoktu. Bildiğim kadarıyla geldikçe kitaplara numara
verdi. Okumak için kitap alanlar bir deftere kaydedilir iade edince işlenirdi. [O
zaman Derneğin resmi sekreteri Asuman hanımdı. Sonraki yıllarda mâli külfeti
sebebiyle sekreter çalıştırılmaz oldu. MD]
MD –Şimdi unuttuğumuz veya dernekle alakalı başka hatırladıklarınız varsa onları
konuşalım.
SÖ -Dernekle alâkalı meselâ bir dönem Ruhi’den (Fığlalı) çok faydalandık.
Gerektikçe geliyor, konuşuyordu. Biliyorsun konuşması da güzeldir. Ondan sonra
Cinuçen (Tanrıkorur) meselâ iki sefer geldi konser verdi.
MD -Allah sağlığınızı dâim etsin, siz dernekteki sohbetlerinize devam edin lütfen.
Sizin bir sohbet grubunuz var. Onlar severek dinliyor ve faydalanıyorlar. Siz 30- 40
senedir sohbet ediyorsunuz. Dolayısıyla bir sohbet tecrübeniz var. Sizin grubumuz
size alışmış ve seviyor ve istifâde ediyorlar.
SÖ -Ben de onlardan çok şey öğreniyorum çünkü cemiyeti bilmiyorum ki ne
durumda? Ben şu dört duvar içindeyim, onlardan yeni şeyler duyuyorum.
MD –Teşekkür ederim. Ben asıl derneğin 35 yıllık hikâyesini konuşmak üzere buraya
gelmiştim. Zannımca o kısmı daha sathi kaldı. Ama nasip bu kadarmış. Tekrar
teşekkür eder, sağlık ve âfiyet içinde olmanızı dilerim.
Yorum gönder
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.